BABAMIN SAĞ EL BİLEĞİ

Ekim 21, 2025 - 11:30
Ekim 24, 2025 - 14:47
 1  6
BABAMIN SAĞ EL BİLEĞİ

Sürgülü gri kapı sessizce açıldı. İçeriden çıkan hemşirenin yüz ifadesi, o günden önceki dört günde olduğu gibi yine ifadesizdi. Ama daha önceki dört gün boyunca o kapıda belirdiği her an bir papağan gibi tekrarladığı "Yalnızca üç dakikanız var" sözünü bu defa söylememişti. Sessiz kalmıştı. Kapıdan geçerek içeri girdim. Yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. İçeride kimin yattığını bilmediğim ilk iki odayı geçtikten sonra üçüncü odanın kapısına gelerek durdum. Her biri göğüs kafesimin tam ortasını sızlatan derin derin alınmış birkaç nefesten sonra kapıyı iterek içeri girdim.

   Oda yine soğuktu. İçeriye sinmiş ilaç kokusu yine geniz yakarcasına keskindi. Prize takılmış makineden kendini tekrar ederek çıkan ses yine sinir bozucuydu. Ama tüm bu aynılıkların arasında farklı olan bir şey vardı. O da ense kökümde hissettiğim garip bir ürpertinin varlığıydı. Adını koymaya kalksam ya da bir şeye benzetmeye kalksam, "ölüm" diyebileceğim bir şey.

   Yatağın ayak kısmında durup babamı seyretmeye başladım. Bu odaya ilk alınışında nasılsa, halâ aynı şekilde sırtüstü yatıyordu. Teninin rengi biraz daha solmuştu. Göğsünün üzerini kaplayan çoğu aklaşmış kılların belli belirsiz hareket etmesi yavaşta olsa halâ nefes aldığını gösteriyordu. Açılmış ağzından sararmış dişlerinin hepsi ve boğazına kaçmasın diye bir aparat ile tutturulmuş dili görünüyordu. Yana doğru sıyrılmış yatak çarşafı sağ ayağını ortaya çıkarmıştı. Mantarların sardığı topuğunu ve tırnağı taşlaşmış ayak baş parmağını da görebiliyordum. Dizlerimin titremesini umursamadan ilerledim ve babamın başucuna geldim. Yüzüne doğru eğildim. Kırışmış göz kenarlarına, yer yer beyazlaşmış sakallarına yakından baktım. Gariptir ama gözlerini açar diye umut etmedim bu defa. Belki de adına son durak denen gerçeği kabullendiğim ilk andı o an. Onun yerine babamın sağ elini tuttum. Damar yolu bulmak için soktukları iğnenin sebep olduğu tahribat yüzünden morarmış elinin üzerini öpmek istedim. Ama halâ orada yapışık olan iğne yüzünden bunu yapamadım. Onun yerine elini avucu yukarı bakacak şekilde hafiçe çevirdim ve sağ el bileğine dudaklarımı dayadım. Güçsüz ve yavaş bile olsa nabız atışlarını hissedebiliyordum. Bir şeyler söylemek istedim. Söyleyemedim. Ağlamak istedim. Ağlayamadım. Bir süre öylece kaldım.

   Babamın sağ el bileğini öpüp olduğum yerden doğruldum. Geldiğim yoldan geri gittim. Sürgülü otomatik kapı bir kez daha açıldı. Dışarı çıkmam için yalnızca bir adım gerekliydi. Ama omuzuma dokunan bir el o adımı atmama engel oldu.

"Hastaneden ayrılmayın. Hastayı her an kaybedebiliriz."

   Ondan önceki dört gün boyunca yüzünde ifade namına hiçbir şey göremediğim hemşirenin yüzünde ilk defa bir ifade görmüştüm. Adına "üzgün" diyebileceğim bir ifade. Sonrasında gerekli olan o bir adımı attım ve dışarı çıktım.

 

                   ****

   Sürgülü siyah kapı yağlanmamış tekerleklerinden çıkan diş gıcırdatıcı bir sesle açıldı. İçeriden çıkan adamın yüz ifadesi bana acırmış gibi miydi yoksa bana mı öyle gelmişti, bilememiştim.

"Abi sizinki yıkama mı yoksa su dökme mi?"  diye sordu.

   Bana iki seçenek sunan ve ilk etapta anlayamadığım bu soru hayatımın o anına dek duyduğum en tuhaf soru olmuştu. Haliyle o an için verilebilecek bir cevabım da olamamıştı. Bu duruma alışkınmış gibi doğal davranan adam, boynundan bağlı koyu yeşil önlüğü gelişi güzel düzeltti ve soruyu kısaltarak bir kez daha sordu; "Abi yıkama mı su dökme mi?"

"Su dökme." çıkıverdi ağzımdan. Neler olacağını bile bilmeden ama sanki bir an önce olsun bitsin istermiş gibi.

"On beş dakika sonra alıcam sizi içeri." diyen adam sürgülü kapıyı aralıktan bir insan geçecek şekilde açık bıraktı ve arkasını dönerek gözden kayboldu.

   Ellerimin titrediğini bir sigara yakmak istediğimde farkettim. Vazgeçtim. Ellerimi önümde kavuşturdum ve aynı adamın on beş dakika sonra tekrardan yanıma geleceği o ana dek küçük küçük voltalar attım.

   Adam tam da dediği sürede geri geldi ve "Buyrun beni takip edin." dedi. Boynundan bağlı önlük ıslanmıştı. O önde ben arkada, yürüdük. Üzerinde erkek  ibaresi olan küçük bir işaret levhasının asılı olduğu bir başka kapıdan geçerek bir odaya girdik. Girer girmez de benim için hayal mi gerçek mi ayırt edemediğim şeyleri görmemin başlangıcı verilmiş oldu.

   Musalla taşının ayak kısmında durup babamı seyretmeye başladım. Yoğun bakım odasındaki yatırılışı nasılsa, yine aynı şekilde sırtüstü yatırılmıştı. Teninin rengi ruhunun bedeninden ayrıldığının ispatıymışcasına solgundu. Göğsünün üzerini kaplayan çoğu aklaşmış kılların hiç hareket etmemesi de artık nefes almadığını ispatı gibiydi. Morarmış dudaklarının çevrelediği ağzı kapalıydı. Dört gün boyunca hareketsizce yatmasından dolayı boynuna kan oturduğunu da görmüştüm. Edep yerini örten beyaz bir havlu dışında tamamen çıplaktı. Mantarların sardığı topuğu, tırnağı taşlaşmış ayak baş parmağı ve geriye kalan her yeri yıkanmıştı. Önlüklü adamın sorduğu o tuhaf sorunun artık tuhaflığını yitirdiğini de o an farketmiştim. Yıkama diye kastettiği şey buymuş demek ki. Peki ya su dökme? O ne anlama geliyordu?

   Dizlerimin titremesini umursamadan ilerledim ve babamın başucuna geldim. Yüzüne doğru eğildim. Kırışmış göz kenarlarına, yer yer beyazlaşmış sakallarına son kez baktım. Adına ölüm denen gerçeği bir musalla taşının üzerinde cansız ve ıslak bir halde yatan babamda gördüğüm için umut etmek artık nafileydi.

"Başın sağolsun. Mekanı cennet olsun. Allah onu cennetinin en güzel köşelerinden birine alsın."

   Sesin geldiği yöne baktığımda orada bir başka adam olduğu yeni görmüştüm. İmam olduğunu belli eden ince bıyıkları ve her canlının ölümü tadacağını belli eden yüz ifadesiyle bana bakan ellili yaşlarda bir adamdı.

"Al bakalım şu hortumu ve suyu babanın sağ omuzundan başlayarak her yerine dök."

   Su dökme de bu oluyordu demek. Hortumu aldım ve imamın talimatlarıyla babamın cansız bedenine su dökmeye başladım. Hoca hem ne yapmam gerektiğini hem de bunun sevabının büyük olduğunu söylüyordu. Dediği her şeyi yapıp hortumu elimden bıraktım. Babamın sağ tarafına geçerek sağ elini tuttum. Damar yolu bulmak için soktukları iğnenin sebep olduğu tahribat yüzünden iyice morarmış elinin üzerini öpmek istedim ama vazgeçtim. Onun yerine elini avucu yukarı bakacak şekilde hafiçe çevirdim ve sağ el bileğine dudaklarımı dayadım. Artık atmayan ve hiçbir zaman da atmayacak olan nabzını duymayacağımı bilmeme rağmen bunu yaptım. Yine bir şeyler söylemek istedim. Söyleyemedim. Yapmak isteyip de yapabildiğim tek şey ağlamak oldu. Ağladım, ağlayabildim. Gözlerimden süzülen yaşlar yanaklarımdan geçip babamın sağ el bileğine döküldüler. O tuzlu tadı aldım ve bir süre öylece kaldım.

"Hadi sen dışarıda bekle biraz." Omuzuma dokunan imam beni olduğum yerden kaldırdı. Dediğini yaptım ve dışarı çıktım. Ellerimin titrediğini yine bir sigara yakmak istediğimde farkettim. Ama bu defa vazgeçmedim ve bir sigara yaktım. Beynine giden damarlarından birinde atan bir pıhtı yüzünden yalnızca dört gün içinde kaybettiğim babam içeride kefenlenerek tabuta konulurken, ben yaktığım sigarayı kapının önünde içtim.

CEYHAN HAN ATAÇ 

Tepkiniz Nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow