DÜDÜKLÜ ÇOCUK

Ekim 7, 2025 - 10:21
Ekim 7, 2025 - 17:49
 0  6
DÜDÜKLÜ ÇOCUK

Abisi bir korku hikâyesini daha anlatmayı bitirdiğinde artık yatma vakti gelmişti. Bu korku hikâyelerini dinlediğinde geceleri uyuyamıyor, odasındaki gaz lambasını kapatmak istemiyordu ama annesi gece yangın çıkma ihtimalinden dolayı gaz lambasını asla açık bırakmasına izin vermiyordu. Artık dokuz yaşında kocaman bir çocuk olduğunu, bu korkuların yersiz olduğunu söyleyip onu cesaretlendirmeye çalışıyordu, ama bazı geceler abisinin ona korkunç hikâyeler anlattığını bilmiyordu. Bunu annesine asla söyleyemezdi. Yoksa her ne kadar korksa da bayıldığı o harika korku hikâyelerini bir daha asla dinleyemezdi. Abisi ondan sadece iki yaş büyük olmasına rağmen o annesi ve babasının haberi dahilinde korkunç hikâyeler okuyordu. Abisine hiçbir şey söylememelerine rağmen ona asla izin vermiyorlardı. İki yaş çok da büyük bir yaş farkı değildi ama bu sadece onun için böyleydi. Annesiyle babası bir yaşın, hatta bir ayın bile çok önemli söylüyordu. Mesela on sekiz yaşına girmiş biriyle on sekiz yaşına girmesine sadece bir ay kalan iki insanın, kanunen aynı haklara sahip olamayacağını söylüyorlardı ama bunlar onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. O kanunun ne olduğunu bile bilmiyordu. Onun için kanun denen şey güçlü olanların, zayıf olanların üzerinde uyguladıkları bazı baskı sistemiydi, hepsi bu. Şöminenin başından kalkıp üst katta bulunan odasına gitmek için merdivenlere doğru ilerledi. Annesi onun odasına çıktığını görünce ballı sütünün hazırlamak için mutfağa gitti. Odasına girip soyundu ve pijamalarını giyinip yatağına, yorganın altına girdi. Şimdilik rahattı çünkü gaz lambası yanıyordu. Ama kendisini ballı sütünü içtikten sonrası için hazırlamaya çalışıyordu. Bu gece nasıl bir kâbus görecekti merak ediyordu. Abisi ona Stephen King’in IT hikâyesini anlatmıştı. Muhtemelen bu gece rüyasında, o küçük çocuğun kolunu koparan korkunç palyaçoyu görecekti. Biraz sonra odasının açık olan kapısının dışında uzun ve gittikçe yaklaşan bir gölge belirdi. Tam kafasını yorganın altına gömecekti ki gelen kişinin annesi olduğunu fark etti. Annesi gülümseyerek içeri girdi ve yatağının yanına oturup, ona kendi elleriyle ballı sütünün içirdi. Sütünü içtikten sonra yine annesinin getirdiği çiçekli mendille ağzını sildi. Annesi kirli mendili ve bardağı, yatağın baş ucundaki komodinin üzerine bırakıp yastığını iyice yatırdı ve yorganını düzeltti. O da yatağına iyice uzanıp uyumaya hazırlanırken, annesi gaz lambasını söndürmek için pencerenin yanında duran kitaplığa yaklaştı. O sırada annesini durdurdu.

“Anneciğim, gaz lambası bari bu gece açık kalsın, olmaz mı?” diye sordu, korkudan titreyen sesle. Annesi onun bu kez değişen ses tonu anlamış olacak ki, ona dönüp kaşlarını çattı ve merakla sordu.

“Bunu defalarca konuştuk tatlım. Hem sesin neden böyle oldu, hasta mısın yoksa?”

“Hayır anneciğim, sadece karanlıkta uyumak istemiyorum.”

“Ama gözlerini kapattığında yine karanlıkta kalıyorsun. Ayrıca uyuduktan sonra ortamın karanlık ya da aydınlık olmasının hiçbir önemi kalmıyor, öyle değil mi hayatım?”

Annesi onun bir itirazını daha dinlemeden gaz lambasını kapattı ve tekrar yanına yaklaşıp, alnına küçük bir öpücük kondurdu.

“İyi geceler bebeğim, tatlı rüyalar.” diye ekledi annesi.

Aman ne tatlı rüyalar... diye geçirdi içinden. Annesi odadan çıkıp kapıyı kapattığında, oda artık yalnızca bahçedeki aydınlatma direklerinden yayılan loş ışıkla aydınlanıyordu. Ama bu ışık onun için yeteli değildi, yalnızca pencerenin önünü aydınlatıyordu ve önünü görebilmesini sağlıyordu hepsi bu. Eğer odasına bir hırsız ya da bir yaratık girerse onu asla göremeyeceğinden kokuyordu. Onları asla göremezdi çünkü abisinin ona anlattığı hikâyelerdeki canavarlar, hayaletler ve hırsızlar, genelde simsiyah oluyorlardı. Siyah bir yaratığı karanlık bir odada nasıl görebilirdi ki? Bu da onları daha korkunç yapıyordu, ama onları göremeyeceği için. Çünkü o göremediği şeylerden daha çok korkuyordu. Gerçi görse de çok korkardı, onlardan ne şekilde olurlarsa olsunlar her zaman korkacaktı ve korkuyordu.

“Ne olur canavarlar beni rahat bıraksın Tanrım... Ne olur canavarlar odama gelmesin, lütfen Tanrım... Sana yalvarıyorum. Canavarlardan çok korkarım!” diyerek fısıldıyordu. O sırada bir ses duydu. Ne olduğunu anlayamadığı tuhaf bir ses. Sesi net duymak için hemen sustu ve kulak kabarttı. Ses kesilmişti. Yorganını başına kadar çekip tamamen içine girdi. Aynı sesi tekrar duydu. Bu kez kafasını yorganın altından çıkarıp sesi dikkatle dinledi.

“Geldiler canavarlar geldi işte.” diye kendi kendine söylendi ve tekrar yorganın altına girip, gözlerini sıkıca kapattı. Korkudan tüm bedeni titriyor, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Öyle ki kalp atışlarını bile duyabiliyordu. Korkudan deli gibi, çılgınca atıyordu. Ses kesildi ve tekrar duyuldu. Kesik kesik çıkan bir sesti. Yorganı tekrar açıp yattığı yerden doğruldu, meraklı ve korku dolu gözlerle etrafına bakındı.

“Kim var orada? Odama nasıl girdin?” diye seslendi, ama cevap olarak aynı kesik sesi duydu.

Hâlâ hızlı hızlı nefes alıp veriyor, korkuyla etrafına bakınıyordu ama hâlâ bir şey göremiyordu. Evde herkes yatmıştı, evdeki derin sessizliği bozan bu sesin evin içinden, hatta odasından değil, dışarıdan geldiğini anladı. Korkak bir şekilde ağır ağır yatağından çıktı ve sessiz adımlarla pencereye doğru ilerledi. Onun odasının hemen altındaki oda annesiyle babasının odasıydı, onun ayak seslerini duyup buraya gelmemeleri ve yatağından çıktığı için ona kızmamaları için sessiz olmaya çalışıyordu. Pencerenin yanına geldiğinde, yine sessiz ve yavaş bir şekilde panjuru kaldırdı ve dışarıya bakındı. Dışarıda hafif bir şekilde yağmur yağıyordu. Bunu aydınlatma direklerinin ışıklarına bakarak anlamıştı. Muhtemelen bu yağmur şiddetlenecek, sonra gök gürleyecek, şimşek çakacak bu gece daha da korkunç olacaktı. Bu da demek oluyordu ki, bu gece ona uyku yoktu. Şimşeklerden zaten kokuyordu. Geceleri bir şimşek çaktığından odasının içi anlık olarak aydınlanıyor ve odasındaki tüm eşyalar, odasını esir alan hayaletleri andırıyordu. Bu görüntü onu her zaman korkutmuştu. Hâlâ da korkuyordu. Ama bu doğa olayına yapabileceği bir şey yoktu. Pencereyi yavaş bir şekilde açıp başını dışarı uzattı. Dışarıdaki buz gibi havayı anında hissetti ve o anda üşümeye başladı. Kış ayına girmelerine çok az kalmıştı ve bu havalar, kış ayına bir hazırlıktı. Odasının içine dolan soğuk hava odasını bir buz dolabına çeviriyordu. Titreyerek dışarıya bakındı. Aynı sesi tekrar duyduğunda, başını anında sesin geldiği yere, sağ tarafa doğru çevirdi. Tam karşısındaki malikanenin önünde bulunan sokak aydınlatmasının dibinde biri duruyordu. Fazla uzak sayılmazdı, bu yüzden buradan bakınca onun bir çocuk olduğunu hemen anladı. Kaşlarını çattı. Bu ne neydi şimdi? Saat gecenin onuydu ve sokakta tek başına dolaşan küçük bir çocuk vardı. Hangi aile küçük çocuğunu gecenin bu saatinde, hem de bu soğuk havada dışarı gönderirdi ki? Acaba ailesi mi yoktu? Belki de bir evi bile yoktu. Belki de sokakta yaşayan bir çocuktu. Çocuğun ne yaptığını anlamak için bir süre pencerenin başında durup, soğuktan titreyerek onu seyretti. En azından bir hayalet ya da bir canavar olmadığı için rahatlamıştı. Bu sadece kendisi gibi bir erkek çocuğuydu. Çocuk aydınlatma direğinin dibinde durmuş, bir elini montunun cebine sormuş, diğer elini de ağzına tutuyordu. Biraz sonra aynı sesi tekrar duydu. Bu sesi duyunca çocuğun ağzında bir düdük olduğunu ve onu çaldığını anladı. Ama bunu neden yapıyordu? Şu an dışarıda oyun oynayacak kimse yoktu. Hem büyün malikanelerin ışıkları kapalıydı. Herkes uyuyordu. Birilerinin çıkıp onu azalmasından korkmuyor muydu? Ya da te başına düdük çalarak nasıl eğleniyordu? Çocuk başını tek bir noktaya sabitlemiş, hiç hareket etmeden öylece duruyor, kısa aralıklarla düdüğü çalıp duruyordu. Belki de birilerine bir işaret vermeye çalışıyordu, belki de kaybolmuştu ve birilerinin onu bulması için düdükle yerini belli etmeye çalışıyordu. Evet, kesin kaybolmuştu. Bir aydınlatma direğinin altında öylece durup düdük çalmasının başka bir mantıklı açıklaması olamazdı. Eğlenmeye çıkmış olsaydı yürür veya koşardı. Sokakta yaşıyor olsaydı bir köşeye çekilip uyurdu, ama o sanki birileri onu bu karanlıkta rahatça görebilsin diye bir ışığın altında duruyordu. O çocuğa üzülmüştü. Kim bilir ailesi neredeydi? Kim bilir çocuk ne kadar korkmuştu. Biraz sonra yağmur şiddetini arttırmaya başladı. Sağanak yağacağını anladı. Bu kez çocuk için daha da üzüldü. Hem bu soğuk havada hem de yağmurun altında, sokakta bir başına ne yapacaktı. Belki de ölebilirdi. Bu düşünce aklına geldiğinde anında irkildi. Bu düşünce onu korkutmuştu, o bir şey yapmazsa çocuk ölebilirdi. Aklına bir fikir geldi. Onu gizlice eve alabilir, yarın sabaha kadar bodrumda saklayabilir, sabah olunca da tekrar dışarı gönderebilirdi. Hatta ailesini bulmasına yardım edebilirdi. Evet, böyle yapacaktı. Aceleyle, el yordamıyla kitaplığının yanındaki gaz lambasını yaktı ve pijamalarını değiştirmeden, üzerine montunu giydi. Ayağına da botlarını giyinip, sessiz bir şekilde odasının kapısını açtı. Başını uzatıp etrafa bakındı. Etrafta kimsenin olmadığını görünce, olabildiğince sessiz olmaya çalışarak merdivenleri indi ve dış kapıya ulaştı. Yine sessiz bir şekilde kapıyı açıp etrafa bakındı.

Uşaklar etrafta görünmüyordu, ortalıkta kimse yoktu. Bu onun için daha iyiydi. Onu biri görürse ya evden çıkmasına asla izin vermeyecek ya da en kötüsü annesiyle babasına haber vereceklerdi. Kapıyı yarı aralık bırakarak koşarak bahçeye çıktı. Bahçenin kapısına ulaştığında demirlerin arasından dışarıya, çocuğun olduğu yere baktı. Hâlâ orada durmuş düdüğünü çalmaya devam ediyordu. Yağmurdan korunmak için montunun şapkasını sırılsıklam olan kafasına geçirdi. Saçlarının ve montunun sabaha kadar kurumasını umut ediyordu. Aksi halde annesine nasıl hesap verecekti? Bahçenin kapısını açamayacağını biliyordu. Kapı geceleri kilitleniyordu ve anahtarlar babasının şoföründe oluyordu. Bu yüzden demirleri tırmanarak kapının üzerinden atlaması gerekiyordu, öyle yaptı. Hiç zorlanmadan kapıya tırmanıp arka tarafa geçti ve aşağı atladı. Bu sert bir düşüştü. Tam dizlerinin üzerine düşmüştü ve bacaklarında dayanılmaz bir acı hissetmişti. Yine de bağırmamak ve ses çıkarmamak için ekstra bir çaba gösterdi. Acısını bastırmaya çalışarak ayağa kalktı ve çocuğun yanına doğru yürümeye başladı. Artık sağanak yağıyordu. Öyle ki baştan aşağı sırılsıklam olmuştu. Bu ıslaklık sabah kadar kurumayacaktı. Üzerin değiştirdiğinde de giysilerini annesinden saklayamazdı, her halükârda yakalanacaktı. Çocuk, sağanağın zemini döverken çıkardığı sesten onun ayak seslerini duymamış olacak ki dönüp ona bakmamış, hatta yerinden bile kımıldamamıştı. Aydınlatma direğine yaklaştığında artık çocuğun yanındaydı ama çocuğun ona arkası dönük olduğundan, onu hâlâ görmüyordu.

“Merhaba.” diye seslendi ama çocuk onu duymadı, düdüğünü çalmaya devam ediyordu. Bu kez çocuğun omzuna dokundu ama çocuk yine tepki vermedi. Sağır olabilirdi ama birinin dokunduğunu hissetmeyecek de değildi. Çocuk onu yine görmezden gelince bu kez öfkelendi ve çocuğun önüne geçip, tam karşısında durdu. O sırada korkuyla gözlerini kocaman açtı. Ağzı da şaşkınlıkla açık kalmıştı. Karşısındaki çocuğun suratı, sanki deri yüzülmüş gibi kıpkırmızı bir et yumağını andırıyordu. Ayrıca yağmurdan dolayı yüzünden akan kanlar yere süzülüyor, etraf kan gölüne dönüyordu. Gözleri birer beyaz bilye gibi parlak ve donuktu tam karşıya, boşluğa bakıyor, hiç hareket etmiyordu. Hâlâ düdüğünü çalmaya devam ediyordu. Bu korkunç görüntü onun aklını başından almıştı. Bu çocuğa ne olmuştu böyle. Korkuyla geriye doğru birkaç adım attı. Artık onunla konuşup konuşmaması gerektiği konusunda kararsızdı, acaba başına bir şey mi gelmişti? Öyle olsa burada durup bu aptal düdükle oyalanmak yerine birilerinden yardım isterdi ama kimseden yarım istemiyor, hatta onun yardımına gelen kişiyi bile görmezden geliyordu. Belki de ortada bam başka bir sorun vardı. Annesinin, her insana yardım edilmemesi gerektiğini söylediği aklına geldi. Bu çocuğa yardım etmemeliydi, edemezdi de. En iyisi tekrar odasına gitmek ve yatağına yatıp uyumaktı. Çocuğun yanından uzaklaşmak için evine doğur ilerleyeceği sırada aniden durdu. Karşısında, tıpkı direğin dibindeki çocuk gibi bir çocuk daha belirdi. Aynı kanlı surat, aynı donuk ve beyaz gözler, aynı düdük. Korkudan gözlerini kocaman açtı. Yönünü değiştirmek için bir hamle daha yaptığında, aynı çocuklardan bir tane daha gördü. Arkasını döndüğünde bir tane daha, sonra çok daha fazlasını gördü. Sanki bu çocuk klonlanmış gibi ondan onlarcası vardı. Belki de yüzlercesi. Ne tarafa dönse aynı çocuktan bir sürü görüyordu, bütün çocuklar ağızlarındaki düdükleri kesik kesik çalarak, ağır adımlarla onun üzerine doğru geliyordu. Sonunda bu saatte herkesten gizli bir şekilde evden dışarı çıkmanın ve hiç tanımadığı birine yarım etmeye kalkışmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlamıştı. Burada daha fazla durmasının doğru olmadığına, evine dönmesi gerektiğine karar verdi. Artık evine gitmeliydi. Ama nasıl gidecekti? Düdüklü çocuklar onun etrafını sarmış, her yeri kapatmışlardı. Aralarından geçecek küçük bir boşluk bile yoktu. Dudaklarını yaladı, yutkundu ve hızlı hızlı nefes alıp vererek etrafının saran düdüklü çocuklara baktı. Belki onu rahat bırakmaları konusunda onları ikna edebilirdi.

“Ben sadece arkadaşınıza yardım etmek istemiştim. Lütfen müsaade edin evime gideyim.”

Çocuklar onu umursamadı bile. Hatta sanki o orada değilmiş gibi davranıyorlar, sokağı tamamen kapatıyorlardı. Ne yapması gerektiğine karar vermeye çalışıyordu ama aklına hiçbir şey gelmiyordu. Çocuklar ona çarpmaya, onu itip sağa sola savurmaya başladılar. Bir oraya bir buraya savrulup duruyordu. Bir tanesi onun üzerine o kadar sert bir şekilde gelmişti ki yere, yağmur sularıyla karışan kan birikintisinin ortasına düştü. O anda çığlığı bastı. Yerden kalmaya çalışıyor, çırpınıp debeleniyordu.

Ama yerden kalmak için yaptığı her hamlede bir diğerinin darbesiyle tekrar yere düşüyordu. Tüm giysileri, suratı, her yeri kana bulanmıştı. Öyle ki kanın tuzlu tadını bile hissediyordu. Artık korkudan çığlık atıyordu. Bir yardım çığlığı.

“İmdat! Yardım edin... İmdat!”

Avazı çıktığı kadar bağırıyor, birilerinin ona yardım etmesi için yalvarıyordu. Nihayet kendi yardım çığlıklarına başka bir ses karıştı.

“Efendim... Efendim neler oluyor?”

Gözlerini sıkıca kapatmış yerde çırpınırken, duyduğu sesin bahçıvanlarına ait olduğunu anladı. Sonunda biri yardımına gelmişti. Bahçıvan yanına gelip onu sakinleştirmeye ve neler olduğunu anlamaya çalışırken, o da gözlerini açıp işaret parmağıyla düdüklü çocukları göstermek istedi. Ama etrafta ne kendisinden başka bir çocuk vardı ne de zeminde kanlar. Hepsi yok olmuştu. Bahçıvan şaşkın gözlerle ona bakarken, oda korku dolu gözlerle bahçıvana bakıyordu.

“Efendim... Bu saatte dışarıda ne işiniz var, neler oluyor? Hanımefendi ve beyefendi bunu duyarsa çok kızarlar.”

“Ama burada bir çocuk vardı. Hayır, bir değil, bir sürü...”

O anlamamış gözlerle etrafa bakınırken, bahçıvan onu kucaklayarak eve götürdü. Evdekilerin uyanmaması için sessiz olmaya gayret ediyorlardı. Genç adam onun üzeni değiştirip kuru pijamalar giydirdi. Sonra ıslak pijamalarını ve montunu kirli çamaşır sepetine koymak için yanına aldı.

“İyi uykular efendim... Bir daha böyle bir şey yapmayın, size bir şey olabilirdi.”

“Ama orada çocuklar vardı. Bana inanmıyor musun? Hepsinin derileri yok olmuştu ve yüzlerinden kanlar akıyordu.”

“Kâbus görmüşsünüz efendim, böyle şeyler olabilir.”

Genç adam gaz lambasını kapatıp odadan çıktı ve kapıyı kapattı. O da bu olayın sadece abisinin anlattığı korkunç hikâyelerden dolayı gördüğü bir kâbus olduğuna ve ortada bir sorun olmadığına dair kendisini ikna etmeye çalışarak yatağına gömülüp, yorganın altına girdi. O sırada bir ses duydu. Bir düdük sesi... Hemen yataktan fırlayıp pencereye koştu, camdan dışarıya baktı. Karşıdaki aydınlatma direğinin dibinde bir çocuk durmuş düdük çalıyordu. O gözlerini kocaman açarak şaşkınlıkla çocuğa bakarken, düdüklü çocuk da başını çevirip beyaz gözleriyle ona baktı ve derisi yüzülmüş, kanlar akan suratına korkunç bir gülümseme yerleştirdi.

 

Tepkiniz Nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow

Semina Coşkun Hikâyelerim duygularla oynamayı seviyor...