ARDA

Ekim 24, 2025 - 08:21
Kasım 7, 2025 - 20:31
 4  76

1.

RÜYA

Fesmani, yemyeşil ormanlık bir alanda, şelalelerin aktığı, insana huzur veren ay ışığının altında dolaşıyordu. Ancak hava sisli ve bulutluydu. Orada uzun ak sakallı, beyaz elbiseli, bir elinde asası diğer elinde elma bulunan nur yüzlü bir dede gördü.

Ak Sakallı Dede, Fesmani’nin yanına gelerek gülümsedi:

— Fesmani kızım, bir oğlun olacak. Yalnız benim dediklerimi yaparsan o çocuk yaşayacak.

Fesmani bu kişiyi daha önce hiç görmemişti, tanımıyordu. Ona bakarken korktu, eli ayağı titremeye başladı. Son bir gayretle koşup kaçtı.

Ancak koşarken, Ak Sakallı Dede ay ışığının altında yine karşısına çıktı:

— Korkma kızım. Sen oğlun olsun istemiyor musun?

— İstiyorum. Yeter ki olsun. Olsun ama yaşasın. Benim erkek çocuklarım hep ölüyor. Onun için ne gerekiyorsa yaparım, dedi ve olduğu yere çöktü, ağlamaya başladı.

O sırada şimşekler çaktı, yağmur öyle bir başladı ki Fesmani gök yere indi sandı.

Ak Sakallı Dede konuştu:

— Korkma kızım, bu bereket yağmurudur. Senin bir oğlun olacak. Ama oğlun olduğunda, altı yaşına kadar saçlarını kestirmeyecek ve üzerine elbise giydireceksin. Yalnız, sabah kalktığında aç karnına bu elmayı yiyeceksin.

Elindeki elmayı Fesmani’ye verdi, ardından sislerin arasında kayboldu.

Fesmani, kan ter içinde uyanarak kendini yatağında buldu. Elinde gerçekten de bir elma vardı. Sabah yemek üzere elmayı başucuna koydu.

Fesmani’nin iki kızı vardı. Gönlü bir de erkek evlat istiyordu. Daha önce üç erkek çocuğu olmuş, ancak üçü de doğumdan sonra ölmüştü.

Sabah kalkınca kocası Hayyam’a elmayı gösterdi:

— Bu elmayı görüyor musun? Bana ay ışığının altında Ak Sakallı bir dede verdi. “Bir oğlun olacak. Yalnız altı yaşına kadar saçlarını kestirmeyecek ve üzerine elbise giydireceksin” dedi. “Bu elmayı sabah aç karnına yiyeceksin” diyerek gözden kayboldu. Uyandığımda elma elimdeydi, başucuma koydum.

Hayyam ona şöyle dedi:

— O zaman besmele çek ve elmayı ye. Belli ki sana bir eren gelmiş. Bu rüyayı bana anlattın, başka kimseye anlatma.

Aradan bir ay geçti ve Fesmani hamile kaldı.

KARANLIK

Hayyam, karısı Fesmani, iki kızı, anne ve babasıyla beraber bir köy evinde yaşıyordu. Babası köyün zengin ağasıydı. Geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı.

O sene kış çok çetin geçmişti. Hayyam’ın vücudunda kırmızı pulcuklar şeklinde dağılan, içi su dolu kabarcıklar oluşmaya başladı. Kaşıntılar dayanılmaz hâle gelmişti. Sırtı ve göğsünde de çıkan lekeler gittikçe çoğaldı. Köydeki doktor bunun çiçek hastalığı olduğunu, derhal şehirde bir doktora görünmesi gerektiğini söyledi.

Köyde salgın başlamış, birçok kişi çiçek hastalığından ölmüştü. Köylüler, Hayyam’ın babasına “Bu çocuğu doktora götür” deseler de babası aldırış etmiyordu.

Lekeler Hayyam’ın kollarına ve bacaklarına da sıçradı. Zamanla gözleri bulanık görmeye başladı. Bir gün babası, onu yanına çağırdı ve çobanlarla birlikte koyunları şehre götürüp satmasını istedi.

Hayyam koyunları satarken bir doktor aradı. Musevi bir doktorun çok iyi olduğunu öğrendi. Koyunları çobanlara emanet ederek doktora muayene oldu.

Doktor, onun koyunları olduğunu öğrenince:
— On iki koyun verirsen gözlerini iyileştiririm, dedi.

Hayyam’ın sevinçten içi içine sığmıyordu. Köye dönünce babasına müjdeyi verdi:

— Baba, şehirde çok iyi bir doktor buldum. Beni muayene etti, on iki koyun karşılığında tedavi edeceğini söyledi.

Ancak babası kaşlarını çattı:

— Ben on iki koyun vermem. Katiyen olmaz!

Hayyam yalvardı:
— Etme baba, bak gözlerim kör olacak. Şimdi bile bulanık görüyorum.

Ama babası gaddarca karşılık verdi:
— Olursa olsun! Sana para vermem!

Hayyam babasının şaka yaptığını sandı ama yüzündeki sertlik onun ciddi olduğunu gösteriyordu.

Bağırışları duyan annesi, kocasına yalvardı:
— Etme eyleme bey, kıyma kuzuma. Gel yaptıralım şu ameliyatı.

Adam öfkeyle bağırdı:
— Elinin hamuruyla benim işime karışma!

Kadının saçlarını tutup yerlerde sürükledi, tekme tokat dövdü.

Annesine yapılan şiddeti gören Hayyam isyan etti:
— Sen benim babam değilsin! Bundan sonra benim için hiçbir şey değilsin!

Ardından karısını ve kızlarını alarak evi terk etti.

O sırada Hayyam’ın tembel, çalışmayan, sürekli ailesinin sırtından geçinen bir amcası vardı. At almak istiyordu. Babasından para istedi. Atın fiyatı otuz koyundu. Hayyam’ın tedavisi için on iki koyun vermeyen baba, amcasına otuz koyunu hiç düşünmeden verdi.

Hayyam ailesiyle derme çatma, üstü toprak bir eve yerleşti.

Bir sabah Hayyam uyanıp doğruldu ama kıpırdamadı. Ortalık zifiri karanlıktı. Hiçbir şey göremiyordu.

Fesmani endişeyle sordu:
— Ne oldu Hayyam?

— Lavaboya gideceğim, dedi.

Fesmani şaşkınlıkla karşılık verdi:
— Ne duruyorsun, gitsene!

Hayyam acı gerçekle yüzleşti.

— Fesmani! Gözlerim tamamen kapandı. Her yer karanlık… Hiçbir şey görmüyorum!

 

                    GERÇEK

Aradan dokuz ay geçmiş Fesmani beklenen bebeği doğurmuştu. Hayyam ile düşünüp adını Arda koymaya karar verdiler ama Arda’nın erkek olduğunu ablalarından başka kimseye söylememeye karar vererek kızlara altı sene boyunca kimseye bir şey dememelerini tembihleyerek kızlara olanları anlattılar. Aile bu sır ile altı yıl susacaktı.

Bu arada Fesmani kara kara düşünüyordu. Hayyam’ın gözleri görmediği için işte çalışmıyordu. Fesmani köyün mahallesindeki çeşmeden zengin ailelere bidonlarla su taşıyarak evin harçlığını çıkarıyordu. Çocuklarını köylünün verdiği kıyafetlerle büyüttü.

Bir gün mahalleden bir komşu gelerek “Okula hademe alınacak, sen çalışır mısın.”diye sordu.

Fesmani “Bilmem, beyime sorayım “ dedi. O zamanlar oralarda kadının çalışması ayıptı.

Okul müdürüne komşu durumu anlattı. Bunun üzerine okul müdürü Hayyam ile konuşup onu ikna etti. Zaten Hayyam izin vermese ne olacaktı ki, çocuklar, evin geçimi hepsi Fesmani’nin sorumluluğunda idi artık.

Fesmani işe girmiş aradan dört sene geçmişti. Hayyam’ın gözleri görmediği için hayırsever vatandaşların da yardımı ile belediyeden arsa hibe ettiler ve evi dayayıp döşediler.

Çocuklar çok sevinmiş, hayatları yavaş yavaş düzene girmişti.

Arda artık altı yaşına gelmek üzereydi , annesi saçlarını uzatmış, üzerine elbise giydiriyordu daha. Onu tek başına bir yere göndermiyorlardı. Annesi işteyken ablaları bakıyordu. Bu durumdan sıkılan Arda ablalarından habersiz sokağa çıktı. Erkek çocuklarla oynamak istedi ama onlar”Sen kızsın git kızlarla oyna”diyerek oyuna almadılar.

Buna sinirlenen Arda annesine “Benim bu elbisemi çıkaracaksın, pantolon alacaksın, ayakkabı alacaksın.Bu elbiseyi de çıkaracağım. Ben erkek gibi giyinmek istiyorum”diye bağırdı.

Annesi çarşıya gidip kumaş aldı,bir taraftan Arda’ya pantolon ile gömlek dikiyor bir taraftan da Hayyam ile konuşuyordu.

“Hayyam, Arda altı yaşına giriyor artık. Sünnetini yapalım mı”diye sordu.

Hayyam “Ben de onu düşünüyordum. Saçlarını kestirip, güzel bir sünnet düğünü yapalım oğluma”dedi.

Bunun üzerine komşuları çağırarak hazırlıklara başladılar.

Kocaman bir koç alıp, kurdelesini bağladılar. Sabah kasap gelip, kurbanı kesti ve parmağına batırdığı bir miktar kanı Arda’nın alnına sürdü.

İmam geldi dua okudu. Arda bembeyaz sünnet elbisesinin içinde çok güzel olmuştu.

Kazanlarda çeşit çeşit yemekler pişerken, aşçılar ateşi körükleyerek, ellerinde çopçalarla yemek katıyorlardı.

Arda’nın sünnetini duyan komşulardan biri: “Fesmani, kusura bakma ama merak ettiğim için geldim. Senin kızların var. Kimi sünnet ettireceksiniz”deyince:

 Fesmani “Komşum, ben hamile kalıyordum ama benim erkek çocuklarım düşüyordu. Hayyam ile ben oğlumuz olsun çok istiyorduk. Bir gece rüyamda Ak Sakallı Dede gördüm. Oğlun olacak, yalnız altı yaşına kadar saçlarını kestirmeyecek ve üzerine elbise giydireceksin. Kimseye de söyleme dedi. Rüyayı gördükten bir ay sonra hamile kaldım. O yüzden altı yaşına kadar saçlarını kestirmeyip elbise giydirdim”

Komşusu çok şaşırdı, olanlara inanamadı.

O sırada Arda içeri girdi.

Kadın merakına yenilerek Arda’yı kucaklayarak Arda’nın üzerindeki sünnet elbisesinin eteğini kaldırdı.

Gözlerini kocaman açarak “Ayy, bu gerçekten erkekmiş”diye bağırdı.

Fesmani dışarı çıkıp sünnet yatağını hazırladı. Yatak kar gibi bembeyazdı.

Sünnetten önce yapılacak son bir iş vardı. Davetliler toplanırken, davul zurna eşliğinde berber getirilerek Arda’nın beline kadar uzanan saçlarını kestiler. Daha sonra sünnetçi gelip sünnetini yaptı.

Arda çocuklarla oynamaya gitti

Çocuklar “Aaaaa, kız erkek olmuş”diye onu işaret ediyorlardı ama zamanla onu aralarına alıp oynamaya başladılar.

             OKUL

Arda yedi yaşına gelmiş okula başlayacaktı. Komşusu Fesmani’ye oğlunun küçülen önlüğü ve pantolonunu vermişti. İlk gün Arda onları giyip okula gitmişti.

Öğretmenler Arda’nın kıyafetini görünce okul müdürüne durumu anlattılar. Müdür Arda’yı yanına alıp terziye götürdü. Ölçüleri verip, önlüğün ücretini ödedikten sonra bir mağazaya gidip ayakkabı, pantolon ve çorap aldılar.

Öğretmeni Arda’nın omzuna hafifçe dokunarak “Artık okula rahat gidebilirsin.”dedi. Müdür de gülümseyerek “Bak senin için en iyisini seçtik”diye ekledi. Arda başını salladı. Yüzünde hem şaşkın hem de mutlu bir ifade belirdi.Bir çocuğun dünyasında bu küçük yardım büyük bir güven ve sıcaklık hissi uyandırmıştı.

Arda zeki bir çocuk olsa da okulu sevmiyordu. Öğretmen ders anlatırken o uyuyordu.Bunun üzerine öğretmenler  Fesmani’yi çağırarak “Fesmani kızım bak oğlun uyuyor.”dediler.Fesmani Arda’yı kucaklayarak öğretmenler odasına götürüp yatırdı.

Arda ilkokulu bitirip orta okula başladığında sabahları erkenden kalkıyor, kahvaltısını hızlıca yaptıktan sonra fırından taze simit aldıktan sonra mahallenin dar sokaklarında tezgahını kurup öğlene kadar bir yandan simit satıp bir yandan da mahalledeki insanları selamlıyordu.

“Simiiit, Simiiit.

Taze simit”diye bağırıyor. Yanından geçen komşularına gülümsüyordu. Çocuk yaşına rağmen işini ciddiyetle yapıyor, satıştan kazandığı parayı biriktiriyordu. Bazen aceleyle topunu alıyor, bazen defterini çantasına sıkıştırıyor, öğlene doğru simit tezgahını toplayıp okula yetişiyordu.

Bu sabah yine aynı telaş içinde idi. Sıcacık simitlerin kokusu sokağa yayılıyor Arda’nın yüzünde hafif bir yorgunluk ama aynı zamanda küçük bir gurur ifadesi beliriyordu. İnsanlar ona gülümsüyor, bazıları bir kaç simit alıyor ve her satışta Arda mutluluğunu gizleyemiyordu.

Bir gün okuldan gelince evin ilerisinde boş alanda arkadaşları ile istop oyunu oynuyorlardı.

Ebe olan çocuk o anda “Arda”diye bağırdı ve topu havaya attı. Arda hızla topa uzandı. Parmaklarının ucuyla yakalamaya çalıştı. Arkadaşları geriye çekildi kimisi ellerini havaya kaldırdı, kimisi biraz ileriye zıpladı ama topu tam tutacakken  ayaklarının altındaki toprak hafifçe titredi. Bir an için şaşkınlıkla etrafa baktı, çevresindeki arkadaşlarının da gözleri büyümüş, nefesleri tutulmuştu.

Topun ağırlığını hissettiği elleri bir anda havada donakaldı.

Hafif bir sarsıntı…

Ve o an, oyun birden durakladı.

SİZCE NE OLDU?

 

 

                  DEPREM

Yer birden uğuldadı. Toprak altından gelen uğultu kulaklarını doldurdu. Arda, dizleri hafifçe titreyerek sendeledi ;ayakları zeminde kayıyor, nefesi hızla kesiliyordu. Gökyüzü karardı, taş evler birer birer moloz yığınına dönüşüyordu. Betonarme binalar çatırdıyor, ağır taş bloklar zemine çarpıyor ve yankılanıyordu. Yollar çatladı, derin yarıklar açıldı ;şehir adeta nefesini tutmuş, sessiz bir kabusa gömülmüştü. Toz ve taş kokusu ciğerlerine doluyor, gözlerini yakıyordu, burnunu tıkayan minik toz parçacıkları havada süzülüyordu. Kalbi göğsünde deli gibi çarparken elleri titriyordu.

Arda’nın ailesi balkonda idi. Panik içinde ayağa kalktılar. Evden biri kapıya doğru koştu ama o sırada çamurla sıvanmış bahçe duvarı üzerine devrildi. Arda refleksle öne atıldı, elleri boşlukta havayı kavramaya çalıştı. Çığlıklar kulaklarında çınladı.

“Ayağın…İyi mi? Allah’ım iyi olsun”

Arda çevresine baktı. Düşen taşların sert çarpma sesi, cam kırıklarının çatırdaması ve uzaktan çığlık atan çocukların sesi arasında kayboldu.

Şehrin merkezindeki yatılı okul ile hastahane yanyana idi. Yatakhane sallanıyor, sekiz ranza birbirine çarpıyor ;metalin gıcırtısı ve ahşapın kırılma sesi havada yankılanıyordu. Bir öğrenci kapıya doğru koşarken sıvalar ve taş parçaları havaya savruldu. Karanlık bir gölge gibi kayboldu. Arda’nın yüreği sıkıştı.

“Yetişemedim…Yetişemedim!”

Karanlığın içinde bir ışık belirdi.

Arda dizlerinin üstünde sürünerek ilerledi. Ellerini her uzattığında taş ve molozlara çarpıyor, ciğerlerine dolan toz öksürük krizine yol açıyordu.

Dudakları susuzluktan kururken, gözleri yaşla doluyor, zihninde tek bir düşünce “Ne olacak şimdi? Herkes öldü mü?”

İnsanların feryatları, askeri araçların motor sesleri hepsi bir kaos senfonisi gibiydi.

Günler sonra bir heyet geldi. Zarar tespiti yapıldı. Dozerler yıkıntıları kamyonlarla taşırken sessizlik, kaybolan hayatların yankısıyla dolmuştu.

Depremden sonra Arda’nın İstanbul’daki arkadaşı geldi. Artık hayatın ona ne getireceğini bilmiyordu ama tek bir şeyden emindi o da hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı.

                 KAÇIŞ

Arda’nın arkadaşı ondan yaşça büyük idi.

Sürekli İstanbul’dan bahsediyordu “İstanbul şöyle güzel İstanbul böyle büyük…

Orada herkes zengin, sokaklar ışıl ışıl.” diyerek İstanbul’u öve öve bitiremedi.

Bir gün heyecanla:

“Gel beraber İstanbul’a kaçalım.”dedi.

Arda önce şaşırdı ama sonra içini bir merak kapladı. Zaten amcasının oğlu da oradaydı. Neden olmasındı ki?

“Olur gidelim. Nasıl olsa amcamın oğlu var orada. Onun yanına gideriz.”dedi.

O gece Arda’nın içi içine sığmadı.

Evde herkes uyuyunca yavaşça kalktı, çekmeceleri karıştırdı.

Amcasının oğlunun adresini bulduğunda kalbi hızla atmaya başladı.

Adresi küçük bir kağıda dikkatlice yazdı:

“Sağmalcılar Kartaltepe Mahallesi

No :100”

Kağıdı cebine koydu, sonra simit satarak kazandığı parayı yanına aldı.

Pencerenin dışındaki karanlığa baktı ;

Rüzgar hafif hafif perdeyi dalgalandırıyordu.

“Belki orada daha iyi bir hayat olur…”diye düşündü.

Sabah olunca iki çocuk, mahalleli uykudayken sokağın köşesinden sessizce yürüyüp çıktılar.

Ne aileleri farketti ne komşular.

Kuş cıvıltılarının arasında, ayakkabılarının sesi bile yankılanıyor gibiydi.

Otogara geldiklerinde kalabalık gözlerini kamaştırdı.

Çantalarını sıkı sıkı tutarak gişeye yöneldiler.

Gişe memuru çocuklara şöyle bir bakıp, kaşlarını kaldırdı.

Çocuklar on oniki yaşlarındaydı.

“Nereye gidiyorsunuz siz?”diye sordu.

Arda hemen cevap verdi “İstanbul’da amcamızın oğlu var. Orada çalışıyor. Biz de işçilere su dağıtacağız.”dedi.

Memur başını iki yana salladı ama çocukların ciddiyetine şaşırdı.

Bilet alın gelin. “dedi.

Bileti alıp ellerinde sıkı sıkı tutarak otobüse bindiler ama giderken onları birisi görse de çocuklar bunu bilmeden otobüse bindiler.

Koltuklarına oturduklarında Arda’nın içini garip bir his kapladı.

Ne tam korkuyor, ne de tamamen cesurdu.

Otobüs hareket ettiğinde pencereden dışarı baktı ;yıkıntılar, çatlamış yollar ve sessiz sokaklar gözlerinin önünden geçiyordu.

Evleri, annesinin sesi, babasının gözleri aklına geldi ama geri dönmedi.

Ertesi gün İstanbul’a indiler.

Camdan dışarı baktıklarında gördükleri bambaşka bir dünyaydı.

Yüksek binalar, korna sesleri, kalabalık, hızla geçen insanlar…

Arda’nın içi ürperdi.

Elindeki kağıda baktı :

“Sağmalcılar Kartaltepe Mahallesi

No :100”

Sora sora minibüse bindiler, Sağmalcılar da indiler.

Oradan geçen birine “Yüz numara nerde?”

Adam camiyi işaret etti.

Caminin arkasına gittiler. Oradan çıkış yoktu.Cemaat dağılırken birine daha sordular.

Adam gülerek “Koskoca helayı görmediniz mi?”dedi.

Arda şaşkınlıkla “Biz onu demiyoruz. Aradığımız evin numarası yüz”dedi.

Ama kimse o adresi bilmiyordu. Evi aradılar ama bulamadılar.

Hava kararmaya başlamıştı, gökyüzü mor ve gri tonlara bürünmeye başladı .

Çocuklar bir köşeye oturup ağlamaya başladılar.

Tam o sırada oradan üç tekerlekli motoruyla bir postacı geçiyordu.

Fren yapıp durdu “Niye ağlıyorsunuz siz ?”diye sordu.

Arda gözyaşlarını silip hıçkıra hıçkıra anlattı“Amcamın oğlunun evini arıyorduk ama bulamadık. Akşam olunca da korkmaya başladık”deyince

Postacı içten bir tebessümle:

“Ben buranın postacısıyım. Hadi binin sizi Sağmalcılar merkez postanesine götüreyim.”diyerek onları Sağmalcılar Merkez Postanesi’ne götürdü.

Oradaki memurlar merakla çocuklara baktılar. Postane müdürü:

 “Oğlum aç mısınız?”diye sordu.

Açlıktan midesi yapışan çocuklar kafalarını salladılar.

Bunun üzerine onlara peynir ekmek ve çay ikram ettiler. Daha sonra ellerindeki adrese götürüp teslim etmek üzere yola çıktılar.

 

 

            İSTANBUL

Adrese vardıklarında amca oğlu evde yoktu. Evin karşısında bir bakkal vardı. Ona sorduklarında adam “Evde yok, fabrikaya çalışmaya gitti. Ne yapacaksınız siz onu?”diye sordu.

Arda utangaç bir sesle “Ben amca oğlumun yanına geldim. Onlarda kalacağım.”dedi.

Bakkal hemen karşı çıktı :

“Ben bu evi iki kişiye verdim. Dört kişi kalamazsınız.”dedi soğuk bir sesle.

Bunun üzerine Arda ile arkadaşı dükkanın önündeki kaldırım taşına oturup ağlamaya başladılar ama bakkal hiç oralı bile olmadı.

Kaybolmak korkusuyla, gece on bire kadar o kaldırımdan kalkmadan sokak lambasının titrek ışığında beklediler.

Saat on bir sularında amca oğlu geldi. 

Amca oğlu çocukları görünce “Sizin ne işiniz var burda, niye geldiniz?” diye çıkıştı. Bu sözler üzerine çocuklar tekrar ağlamaya başladılar.

Adam içini çekerek :

“Hadi bakalım eve”diyerek eve aldı onları.

Evde karyola yoktu. Yerde dört minder seriliydi. Evde iki kişi kalıyordu diğeri işteydi.

Amca oğlu kısa bir sessizlikten sonra “Yatın dinlenin”dedi.

Mindere uzandılar ama minder kir içindeydi, odada ağır bir rutubet kokusu vardı. Ona rağmen çocuklar kafalarını koyar koymaz uyudular. Fakat gecenin ilerleyen saatlerinde kaşınmaya başladılar.Ne olduğunu anlamadan yataktan fırladılar. Tahta kuruları her yerlerini ısırmıştı.

Çocuklar korkuyla battaniyeleri silkelerken Arda fısıldadı:

“Anne keşke yanımda olsaydın."

Bu arada Fesmani Arda’nın gittini öğrendiğinde neye uğradığını şaşırdı.Elindeki işi bıraktım, olduğu yere çöktü. O an ne ağlayabildi ne de konuşabildi.

Amca oğlu Fesmani’yi arayıp çocukların yanında olduğunu öğrenince sandalyeye oturup derin bir nefes aldı ama kalbindeki sızı dinmedi.

“Tek başına küçücük çocuk ne yapar oralarda?”dedi amca oğluna.

Amca oğlu “biraz kalsınlar otobüsle gönderirim. “dedi.

Fesmani: “Yok yok ben gelir alırım. “dedi.

Ertesi gün sabah erkenden otogara gitti ama tam bilet kestirecekken başı dönmeye midesi bulanmaya başladı ve bir anda yere yığıldı.

Çevredekiler hemen yardımına koşup Fesmani’yi hemen hastaneye götürdüler. Doktor muayeneden sonra: “Tebrik ederim hamilesiniz.”dedi.

Fesmani şaşkınlıkla doktora baktı.

Doktor onun İstanbul’a  gitmek üzere olduğunu öğrenince endişeyle başını salladı : “Hanımefendi böyle bir yolculuğu asla kaldırmazsınız. Üstelik dört aylık hamilesiniz ve bebekleriniz ikiz olduğu için kesinlikle yola çıkmamalısınız.”

Fesmani’nin gözleri doldu. İçinde hem sevinç hem de derin bir hüzün vardı.

Hastaneden çıkınca amca oğlunu arayıp durumu anlattı.

Amca oğlu Arda’ya : “Annen çok üzüldüm ve seni göndermemi istedi. Seni almaya gelecekti ama hamileymiş hem de ikiz kardeşin olacakmış. Doktor yolculuğu yasaklamış.

Arda önce donup kaldı sonra yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.

“İkiz mi?”dedi heyecanla. “Gerçekten mi?”

Gözleri parladı. Annesinin karnında kardeşleri olduğunu öğrenmek onu hem şaşırttı hem mutlu etti.

Sabah olunca Amca oğlu işe gitmeden önce biraz ekmek ve bir kaç zeytin koydu masaya “Ne olacak sizin bu haliniz.”diye iç çekti, ardından kapıyı çekip işe gitti.

Çocuklar ev sahibinden korktukları için aşağı inmeye cesaret edemediler.

Pazar günü geldiğinde, amca oğlu Arda’nın arkadaşını Anadolu yakasındaki akrabalarına götürdü. Akrabalar kanalizasyon işlerinde, kazma kürekte çalışıyorlardı. Arda’nın arkadaşı oradaki işçilere su dağıtmaya başladı. Arda ise amca oğlunun yanında kaldı.

Amca oğlu Arda’yı da alıp her sabah fabrikaya gitmeye başladı. Arda her gün onunla gidip fabrikanın bahçesinde sessizce oturuyor, akşam olunca yorgun adımlarla  onunla birlikte eve dönüyordu ama amca oğluna yük olmakta zoruna gidiyor ve içten içe bu durum canını yakıyordu.

“Ben neden bekliyorum? Neden bir işe yaramıyorum?”diye düşünürken  fabrikanın arka tarafında üst üste yığılmış tahta sandıklara baktı. Güneşin altındaki tahtalar sanki ona yol gösteriyordu. Bir anda aklına bir fikir geldi, heyecandan gözleri parladı ve amca oğluna: “Şu tahta  sandıklar var ya onların arkasına bir tahta çak, üzerine bir de kayış tak. Bir siyah bir de beyaz ayakkabı boyası al. Ben ayakkabı boyacılığı yapacağım.”dedi.

Amca oğlu kaşlarını çattı : “Sen ne yapacaksın onu. Bir de kaybolup başıma bela mı olacaksın.”

Arda gözlerini kaçırmadan : “Kaybolmam. Şu iki sokakta dolaşacağım. Ondan sonra da akşam yine geleceğim söz ”dedi. Sesinde hem çocukça bir korku hem de yeni bir hayat kurma isteği vardı.

Amca oğlu, biraz homurdansa da cebinden Arda’ya biraz para çıkarıp verdi. Arda sevinçle cila, boya, sünger ve fırça aldı.

Sandığı da kendi elleri ile yaptıktan sonra boynuna takıp mahallede dolaşmaya başladı.Gün boyu mahallede dolaşıp, insanlara gülümseyerek çekingen ama gururlu bir sesle :

“Ayakkabılarınızı boyayayım mı”diye sordu. Akşam eve döndüğünde avucundaki paraları görünce inanamadı.

İstanbul’da ilk kez kendi emeği ile kazandığı para…

Parmaklarının arasından kayarken bile sıcaklığını hissediyordu.

. Amca oğlu bile şaşkındı: “Oğlum sen bu parayı nereden buldun?

Yoksa bir yerden mi aldın?

Bir şey mi yaptın?”diye soru yağmuruna tuttu.

Arda gülümsedi, gözleri ışıl ışıldı: “Yok akşama kadar mahallede ayakkabı boyadım.”dedi gururla.

Arda gün geçtikçe daha çok kazanmaya başladı. Zamanla mahalleden çıkarak fabrikanın oraya kadar gitti.

Amca oğlu : “Gitme kaybolursun.” dese de Arda yine de gidiyor ama kaybolmamak için gittiği yoldan geri dönüyordu.

Küçük dünyasında kendi yollarını çizmeye başlamıştı artık.

Arda zamanla amca oğlundan daha fazla kazanmaya başlayınca amca oğlu Arda’nın getirdiği paraları elinden alıyor için için de Arda’yı kıskanıyordu.

Oysa Arda kazandığı paralarla annesine elbise babasına da pantolon almak istiyor ama bir türlü fırsat bulamıyordu.

Amca oğlu bir gün sinsice : “Ailen seni çok özlemiş. Seni memlekete göndereceğim”dedi. Arda gidince geri dönemem korkusuyla kalbi hızla çarpmaya başladı. “Ya geri dönemezsem.”diye düşünüp titrek bir sesle

“Gitmek istemiyorum .”dese de amca oğlu kararlıydı.

“Gideceksin.”dedi sert bir şekilde .

Zorla Arda’yı otogara götürüp biletini kestiği gibi muavine: “Bu çocuk önce Allaha sonra sana emanet. Memlekete varınca indirirsin.”dedikten sonra Arda’nın cebine azıcık bir para koydu ve otobüs koltuğuna oturttuktan sora gitti. Arda’nın çalışıp kazandığı parayı da vermedi.

Arda camdan dışarı baktı. Şehir sanki yavaşça geri çekiliyordu.

Bir an durdu ve kalbini dinledi :

“Ben gitmek istemiyorum.”diye bas bas bağırıyordu kalbi.

O anda karar verdi.

Kimseye farkettirmeden ayağa kalktı sessizce kapıya yaklaşıp nefesini tuttu sonra hızlıca otobüsten indi ve kalabalıktan sıyrılarak arkasına bile bakmadan ara sokaklara daldı. Yüreği yerinden çıkacak gibi atıyordu ama yüzünde kararlı bir ifade vardı. “Artık kendi yolumu seçmeliyim.”dedi kendi kendine.

Cebindeki azıcık paraya baktı. Ne yapacağını tam olarak bilmiyordu ama en azından özgürdü. Her adımıyla biraz daha büyüyor, kendi hayatının sorumluluğunu alıyordu.

Gözleri uzaklara dalmışken, ayakkabı boyacılığı sırasında öğrendiği cesaret ve sabrı hatırladı. “Belki de bundan sonra hiç bir şeyden korkmamalıyım.”diye düşündü.

Onun için her sokak yeni bir fırsat, her köşe bir macera anlamına geliyordu. Artık kendi hikayesinin baş rolündeydi ve adımlarını dikkatli atacaktı.

Hava kararmaya başlamıştı.Akşam karanlığında uykusu geldiğinde sur ve duvar kenarlarında yatıyordu . Geceleri, sur kenarlarında içki içen ayyaşları gördüğünde, gizlice onların olduğu yerden kaçtı.

Gün geçtikçe cebindeki para da tükeniyordu . Çöpleri karıştırırken, köşedeki simitçinin attığı simitlerle karnını doyurmaya başladı. Öyle ki;çöpte bulduğu bir tane simidi üçe bölüp, her gün bir parçasını suyla ıslatarak yiyordu.

Zamanla vücudunda bit ve pireler dolaşmaya başladı. Pirelerin ısırdığı yerlerde su kabarcıkları oluşmuş, kaşıdıkça yaraya dönüşüyordu. Uzayan saçlarının içinde bitler kol geziyordu. Vücudunun kirlendiğini hisseden Arda, parklarda hortumdan akan soğuk suyla ve üzerindeki elbiselerle yıkanıyor, elbiselerin kurumasını bekliyordu.

Bir gün yine çöpü karıştırdı ama simit yoktu.

Dükkanın birine giderek: “Abi ben senin dükkanının önünü süpüreyim, bana bir simit alır mısın?”dedi.

Adam “Sen kimsin, necisin?”diye sorunca başından geçenleri anlattı.

Bunun üzerine dükkan sahibi: “Oğlum sen süpürme, ben yine alırım.”dedi.

Arda : “Yok ben güzelce dükkanın önünü süpüreyi,  ondan sonra sen bana simit alacaksın.”diye yanıtladı.

Dükkan sahibi: “Anlaşıldı, senin karnın aç.”dedikten sonra bir kebap söyledi.

Oradaki esnaf, yardım amaçlı Arda’ya dükkan süpürtüp karşılığında para veriyorlardı. Arda biriktirdiği paralarla kendine yine bir ayakkabı sandığı yaptı ;boya, cila ve sünger alarak işine hazır hale geldi.

Otagar civarında da boya yapmaya başladı. Burası her zamankinden daha kalabalıktı;İnsanların ayak sesleri, tezgahların uğultusu ve araç kornaları arasında kendini kaybolmuş hissediyordu.

Ayakkabı boyarken yanına bir adam geldi.

“Ayakkabımı boyar mısın?”diye sordu.

Arda kafasını salladı: “Boyarım.”dedi ama elleri titriyordu ve sürekli kafasını kaşıyordu;sanki kendi düşünceleriyle savaş veriyordu.

Adam bu durumu farketti ve merakla sordu: “Oğlum dikkatimi çekti. Sen neden sürekli başını kaşıyorsun?”

Arda bir taraftan adamın ayakkabısını boyarken bir taraftan da başından geçenleri anlattı. Kelimeler ağzından güçlükle çıkıyor, her cümlede biraz daha rahatlıyor gibiydi.

Adam, Arda’nın gözlerindeki yorgunluğu ve çaresizliği farketti : “Hadi kalk gidiyoruz.”diyerek Arda’yı alıp bir otel odasına götürdü.

Otele vardıklarında odanın kapısı ardından kapanınca Arda’nın kalbi hızla çarpmaya başladı. Sessizlik dışarıdaki kalabalığın uğultusundan sonra neredeyse boğucu geliyordu.

“Acaba ne yapacaklar?”diye düşündü. Her köşeye baktı,odadaki  her eşya, her gölge ona yabancı ve tehditkar görünüyordu.

Kendi başına kalmak, hem rahatlatıcı hem de korkutucuydu. Geçmiş günlerin sıkıntıları, sokakta yaşadığı zorluklar bir anda zihninde canlandı. Kendi küçük dünyasında güvende hissettiği anlar, şimdi bir belirsizlikle yer değiştirmişti.

Adam : “Oğlum sen beni burda bekle. Sakın bir yere gitme.”diye tembihleyerek çıktı.

Adam çıkıp gittiğinde Arda yorgunluktan yatağa uzandı.Gözlerini kapattığında bile zihninde geçmişin ve şimdinin karışımı fırtına gibi esiyordu. Kısa sürede derin bir uykuya daldı.

Bir müddet sonra elinde kıyafet ve ilaçlarla gelen adam Arda’yı uyandırdı.

Uykudan uyanan Arda gözlerini açtığında yine de hafif bir uyku sersemliği vardı. Adamın yüzündeki ciddiyet endişelerini attırdı. Arda’yı dikkatle yıkadı poşetten çıkardığı çamaşırları giydirip, kirli çamaşırlarını çöpe attı. Üzerindeki temiz kıyafetlerin verdiği rahatlamaya rağmen huzursuzdu. Yine de onun özenli dokunuşları ve yaralarına sürdüğü ilaç, Arda’nın içinde garip bir güven duygusu uyandırdı. Pencerenin kenarına oturup dışarıyı izledi. İnsanlar telaşla gelip geçiyor, araçlar korna çalarken Arda her gölge ve sesi tehlike işareti gibi algılıyordu. “Adam beni gerçekten koruyor mu, yoksa bir planı mı var acaba .”diye  düşündü. Kalbi sıkıştı.

Zaman ilerledikçe kafasında dönen sorular onu korkutuyordu.

Adam: “Hadi gidelim.”diyerek onu berbere götürüp saçlarını kestirdi;aynada kendini gördüğünde, hem hafiflemiş hem de garip bir biçimde yabancılaşmış hissetti. Yeni kesilmiş saçları, yüzündeki yorgun ifadeyi biraz da olsa gizliyordu.

Küçük bir umut, yavaş yavaş kalbine sızıyordu. Belki de her şey düşündüğünden daha farklı bir şekilde ilerleyecekti. O an tek düşüncesi hayatta kalmalı, bu yeni ve bilinmeyen dünyaya uyum sağlamalıydı.

          KAÇIŞ

Adam berberden çıkınca Arda’yı yemek yemeye götürdü.

“Ufaklık hiç konuşmadık daha adını bile söylemedin bana. Söyle bakalım adın ne senin?”diye sordu.

“Benim adım Arda amca. Topkapı sularında yatıyorum.”deyince adam: “Kimin kimsen yok mu?”diye sordu.

“Köydeler”dedi Arda.

Adam: “Kalk gidelim o zaman. Bana Mehmet amca diyebilirsin. Benim otogarda bir yazıhanem  var. Sur diplerinde yatacağına orda yatarsın. Sana oraya bir de kanepe koyalım.”dedi.

Beraber boya sandığını da alarak otogara gittiler.

Arda sabahları ayakkabı boyayıp, akşamları da yazıhaneyi temizlemeye başladı. Mehmet amca Arda’nın çalışkanlığını görünce ona harçlık verdi. Arda hırlısı hırsızı olur diye parasını Mehmet amcasına verdi.

Aradan beş ay geçmiş, havalar soğumaya başlamıştı.

Mehmet amca Arda’yı düşünmeye başlamıştı.

Kendi kendine: “El kadar çocuk kışta kıyamette ne yapar?

Buranın kışı iyi olmaz, hasta olur. En iyisi bizim arabalarla onu ailesinin yanına göndereyim.”dedi.

Arda’ya dönerek: “Gel oğlum buraya. Seninle biraz konuşalım.”dedi.

Yanına gelen Arda’nın saçını okşayarak: “Bak oğlum bu böyle gitmez. Önümüz kış, üşütür hasta olursun.Gel seni bizim arabalarla ailenin yanına göndereyim.”dedi.

Arda: “Mehmet amca o zaman sendeki paralarımı versen de gitmeden kendime kıyafet alsam olur mu?”diye sordu.

Arda’nın zaten az bir parası vardı. Mehmet amca paraları uzatırken: “Oğlum yetmezse üzerine ben de vereyim.”dedi.

Arda: “Sağ ol Mehmet amca fazla bir şey almayacağım zaten, onun için param yeter.”dedi.

Arda Mehmet amcanın iyi niyetini biliyor,geçmişte yaşadığı deprem korkusu yüzünden ailesinin yanına dönmek istemiyordu.

Kendi kendine düşündü. Ablası depremden sonra evlenmiş, kocasıyla İzmir’e yerleşmişlerdi.Diğer amcasının oğlu da oradaydı. Karar verdi İzmir’e gidecekti.

O gece Mehmet amca da yazıhanede uyumuştu. Parasını ve kıyafetlerini bir çantaya koyup otobüslerin kalktığı yere gitti. Yakalanma korkusuyla her adımda kalbi yerinden çıkacak gibi çarpıyordu.

Otobüs kalkmak üzereydi. Hızla biletini aldı,koltuğuna oturdu ve İstanbul’un soğuk, kalabalık sokaklarını geride bırakırken, içinde hem korku hem de yeni bir başlangıcın heyecanı vardı. Ablasına kavuşacak olmanın verdiği rahatlık, tüm endişeni bir nebze olsun hafiflemişti.

Otobüs yavaş yavaş İzmir’e yaklaştığında Arda pencereden dışarı bakıyordu. Şehrin sıcak ışıkları, denizin hafif dalga sesleri ve insanların telaşsız yürüyüşleri İstanbul’un kalabalık, soğuk sokaklarından tamamen farklıydı. İçinde hem huzur hem tedirginlik vardı. Mehmet amcanın onu ailesine teslim etmek için beklediğini düşündükçe biraz suçluluk hissetti ama gitmesi gerekiyordu.

               İZMİR

Otobüs Basmane Otogarına girdiğinde Arda camdan dışarı baktı. İzmir’i daha önce hiç görmemişti. Havadaki sıcak rüzgar tenini yakmış,uzaktaki denizin kokusu burnuna dolmuştu. Etrafta sarı ışıklar yanıyor, insanlar aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Bir an durup etrafına baktı. Ne kadar büyük, ne kadar yabancı bir şehirdi bu…

Sırt çantasını omzuna taktı, cebindeki kağıda yazılmış adresi çıkardı. Ablasının evi Alsancak’taydı.

“Otogardan çıkınca fuarın yanındaki caddeyi takip et, sonra sola dön…”diye kendi kendine mırıldandı. Ne dolmuş hattını biliyordu ne de yönleri ama içindeki ses “yürürüm”diyordu. Belki biraz uzun sürecekti ama kendi yolunu bulmak Arda’ya iyi geliyordu.

Karanlıkla birlikte şehir sessizleşmişti.

Denizden gelen esinti saçlarını savururken içinden: “İzmir artık burdayım.”diye geçirdi ve adımlarını Alsancak sokaklarına doğru çevirdi.

Arda ablasının evinin kapısını çaldığında kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Kapıyı açan ablası bir an şaşkınlıkla Arda’ya baktı, sonra onu sımsıkı kucakladı.

 

“Ah Arda… çok özlemişim seni!

İnanamıyorum, gerçekten sen misin?”dedi, gözleri dolarak.

Arda’da ablasına sarıldı.

“Evet abla… İstanbul’dan geldim. Artık burada kalacağım.”dedi.

Tam o sırada içeriden bir ses duyuldu.

“Kim geldi böyle gece vakti?”

Ablası arkasını döndü, kocası kapının eşiğinde belirmişti. Yüzünde şaşkınlıkla karışık bir memnuniyetsizlik vardı.

“Arda gelmiş…”dedi ablası tereddütle.

“İstanbul’dan buraya gelmiş.”

Eniştesi kaşlarını çattı.

“İyi de, niye evine gitmemiş, küçük yaşta ne işi var burda.

Bizim ev küçük, işim gücüm belli…

Bir de çocukla mı uğraşacağız şimdi”

Ablası sessizce başını eğdi, Arda’nın yüzüne baktı. Küçük kardeşinin gözlerinde hem umut hem korku vardı.

Arda yutkunarak:

“İstersen… Bir süre kalırım.

Sonra iş bulup kendime yer ayarlarım ama köye dönmem.”dedi.

“Sen küçücük çocuksun. Sana kim iş verecek burda?”diye çıkıştı enişte.

Evin içinde kısa bir sessizlik oldu. Yalnız duvardaki saatin tik takları duyuluyordu.

Enişte derin bir iç çekti.

“Peki…Kal bakalım ”dedi isteksizce.

Ablası, Arda’nın saçlarını okşayıp içeri buyur etti.

“Gel hadi, acıkmışsındır. Karnını doyur, sonra konuşuruz.

Arda içeri girerken,havanın sıcaklığına rağmen içinde bir ürperti hissetti.

Biliyordu, bu evde kolay olmayacaktı…

Bir kaç gün sonra amcaoğlu ile görüşüp iş aradığını söyledi. Amcaoğlu bakkalda çıraklık işi buldu ve birlikte görüşmeye gittiler.

Bakkal sahibi Arda’yı baştan aşağı süzdü : “Bayrama az kaldı. Yanımdaki çırakta çıkacak. O zamana kadar işi öğren. Bayramdan sonra da devam ederiz.”dedi.

Arda adama: “Ben ne iş yapacağım burda?”diye sordu.

Adam cevap verdi : “Müşterilerin siparişlerini sana vereceğim. Sen de götürüp teslim edeceksin.”

On onbeş gün diğer çocukla işe çıktı. Arada bazen evleri karıştırsa da işi öğrendi. Patronu Arda’dan çok memnun kaldı.

Bayramdan bir gün önce patron Arda’yı yanına çağırdı.

“Oğlum bayramda kapalıyız. O yüzden bayramda git ailenle hasret gider.”dedi.

Arda tereddüt etti. Köye dönmek kolay değildi ama ailesini özlemişti.

Sonunda cesaretini toplayıp yola çıktı. Köy yoluna vardığında kalbi hızla atıyordu.

O çok sevdiği dağlar, bir zamanlar korkuyla kaçtığı o topraklardı şimdi. Bayram sabahı annesi tandırda ekmek yaparken Arda çocukluğunun kokusunu yeniden duydu.

Evin bahçesinde oturan ikiz kardeşleri vardı. Henüz beş yaşındaydılar.

Arda gidip onları kucaklayarak hediye verdi. Bayram yerinde çocuklar şeker topluyor, büyükler birbiriyle bayramlaşıyordu.

Kardeşleriyle dere kenarında taş sektirdiker, kahkaha attılar. Akşam olunca avluda toplanıp yıldızları izlediler.

Bayram bitmiş İstanbul’a dönmüştü.

Patron o gün dükkana malzeme almaya gitmişti ve bakkalı beklemek için babası gelmişti. Patronun babası askeriyeden emekliydi. Arada patron olmadığında bakkalda o durur, Arda’ya asker gibi emir verirdi.

Bir gün yaşlı adam sertçe seslendi:

“Arda! Rafları düzgün diz, müşteri dağınıklığı sevmez!”

Arda başını eğip “Peki amca. ”dedi.

Adam bir süre sessiz kaldı, sonra yumuşak bir sesle ekledi. “Bak evlat, işini iyi yaparsan herkes sana saygı duyar ama bir kez tembellik edersen kimse yüzüne bakmaz.”

Arda sessizce başını salladı. O sözleri aklına kazıdı, o günden sonra daha dikkatli çalıştı.  Bir sene boyunca sabahın erken saatlerinden geceye kadar koşturdu ama işin ağırlığı yaşına fazlaydı…

Ellerinde çatlaklar, omzunda ağrılar başlamıştı ve bakkal çıraklığını bırakmaya karar verip, patronu ile vedalaştı.

 

            ELEKTRİKÇİ

Arda bu kez şehrin kenar mahallelerinden birinde, küçük bir tamir dükkanında iş buldu. Elektrikçi ile tanışması tesadüf olmuştu ama adamın sıcak tavırları, uzun zamandır duymadığı bir güven duygusu uyandırdı içinde.

Sabahları erken kalkıp, akşam olunca da tezgâhın altına serdiği battaniyede uyurdu.

Elektrikçi, bir gün kabloları toplarken sordu :

“Ailenden bir haber var mı oğlum?”

Arda önce sessiz kaldı. Sonra uzaklara bakarak konuştu :

“Evden ayrılalı uzun zaman oldu. Üç tane daha kardeşim olmuş. Hepsi erkek ama ben dönmedim.

Adam başını salladı, iç çekti. Kendi çocuğu olmamıştı. Belki de o yüzden, bu sessiz çocuğa her geçen gün daha çok alışıyordu.

Bir akşam, tezgâhın başında çay içerlerken konuya girdi:

“İstersen seni evlat edineyim.”dedi.

Arda başını eğdi. O an kalbinde bir sızı hissetti . Aslında kalmak istiyordu ;bu düzenli hayat sessiz ve güvenliydi.Ama içinde bir ses “yine fazla alışma”diyordu.

O teklifi kabul etti ama gerçekten bir aile bulduğu için değil.

Sadece geri dönmemek için.

Bir süre sonra elektrikçi, köye haber gönderdi: “Oğlun artık benimle kalacak. “yazdı mektubuna.

Köyde ise ortalık karıştı.

“Sen bizim oğlumuzu nasıl elimizden alırsın?”diye yükseldi sesler.

O mektubun cevabı dükkana geldiğinde,elektrikçi uzun süre konuşmadı. Arda, o sessizliğin içini dolduracak kelime bulamadım. Bir sabah, kimseye veda etmeden eşyalarını topladı.

Yine yollara düştü…

Kendi kendine :

“Nereye gidersem gideyim, kimseye tam ait olamıyorum.

Hep bir misafirim sanki;evlerde, kalplerde, masalarda.

Beni sevenler bile, sonunda bir yol ayrımında bırakıyor.

Belki de ben kimseyle kalmamayı seçtim, bilmiyorum.

Ama her gidişin bir sebebi varsa, benimkiler hep sessizlikten oluyor.”

2.

GÖZ DOKTORU
        GÖZ DOKTORU
Elektrikçiden ayrıldıktan sonra Arda bir süre başıboş dolaştı. Şehrin sokakları, geceleri daha da soğuk görünüyordu. 
Bir bakkalın vitrininde “Eleman aranıyor.”yazısını görünce içeri girip, sessizce sordu: “Eleman aranıyor sanırım. Ben çalışabilir miyim?”
Bakkal yaşlı bir adamdı. Arda’yı süzdükten sonra: “Tamam delikanlı, sabah gel başla.”dedi.
Arda her gün tozlu yollardan siparişleri taşır, defter tutar ve gelen gidenle ilgilenirdi.
Bir gün sipariş listesinde yeni bir isim dikkatini çekti.
Dr. Kemal Yalın  Göz Hastalıkları Uzmanı
Arda elinde küçük bir kese kağıdıyla merdivenleri ağır ağır çıktı.
Bakkal: “Doktora selam söyle, o çok iyi bir insandır.”demişti.
Kapıyı çaldığında içeriden hafif bir ses duyuldu:
“Geliyorum.”
Kapı açıldığında, beyaz gömleğinin kollarını dirseğine kadar sıvamış, gözlüğünün ardında dikkatli bir bakışla duran bir adam çıktı karşısına.
“Sen bakkaldan geldin demek.”dedi gülümseyerek.
“Evet,siparişleri getirdim efendim.”
Dr.Kemal Yalın paketi alırken Arda’nın yüzüne baktığında ne kadar düzenli ve temiz bir çocuk olduğunu farketti. 
“Kaç yaşındasın”
“On altı”
“Okula gitmiyor musun?
Arda: “Gitmiyorum.”dedi başını eğerek.
Doktor onun sesindeki hafif titremeyi farketti.
Bir süre sustular. Sonra, masanın üstünden bir bozukluk uzattı.
“Bu bahşiş senin, çay içersin.”
Arda teşekkür etti, gözleri parladı.
Doktor baktığında onun gözlerinde hayatın yükünü çok erken taşımaya başlamış bir çocuk gördü.
Bir kaç gün sonra Arda yine sipariş götürdü. Bu kez doktor onu kapıda bırakmadı.
“Gel bakalım, otur az.”
Masaya iki bardak çay koydu.
“Anlat bakalım sen neden okula gitmedin. Yoksa ailen mi göndermedi?”
Arda başından geçenleri tek tek anlattı. Babasından söz etti. Gözleri gün geçtikçe karardığını, artık evde çoğu işi yapamadığını söyledi…
“Keşke getirebilsem babamı.”diye söylendi. 
Sesi kısılmış, kelimeler birbirine karışmıştı.
Doktor sessizce dinledi. Sonra karar verir gibi başını kaldırdı.
“Getir onu.”dedi.
“Gözlerine ben bakayım. Masrafları ben hallederim.”
Arda önce şaşırdı sonra sadece:  “Teşekkür ederim.”diyebildi.
O an bilmiyordu ama bu doktor, hayatının kısa bir bölümüne dokunacak ve içindeki iyiliğe dair inancını uzun süre yaşatacaktı.
Arda babasını almak için köye gitti. 
Otobüsten indiğinde köyün tozlu yollarına, eski evlerin çatılarına şöyle bir baktı. Bir an deprem gözünün önünde canlandı. 
Üç erkek kardeşinin koşarak yanına gelmesiyle kendine geldi. Hemen onları tek tek kucakladı. 
“Siz… Siz büyümüşsünüz!”dedi gülümseyerek. 
Evde anne ve babası Arda’yı görünce gözleri doldu. 
“Ne yaptın oğlum sen? Neden köyden ayrıldın?”
“Biz seni bırakmayacağız.”dedi babası. 
“Evde kal, bizimle ol.”diye ekledi annesi. 
Arda gülümsedi: “Boş verin şimdi bunları. Ben babamı almaya geldim.”diyerek doktoru ve olanları anlattı. 

3. ARDA

ARDA

Ertesi gün Hayyam ile Arda yola çıktı. Yol uzun sürmüştü. Hayyam başını cama dayamış, gözlerini kapamıştı. Görmediği manzaraları hatırlamaya çalışıyordu sanki.

Doktor Kemal Yalın, onları kapıda karşıladı.

“Hoş geldiniz.”dedi gülümseyerek.

“Buyrun içeri geçin,yorulmuşsunuzdur.”

Hayyam’ın yüzündeki çizgiler yılların değil, karanlığın iziydi.

Arda sandalyeye oturmasına yardım ederken, doktor dikkatle izledi.

Muayenehane bir anda sessizleşti.

Doktor dikkatle muayeneye başladı. Işığı gözlerine tuttuğunda, derin bir iç çekti.

Uzun süre konuşmadı.

Arda nefesini tutmuştu.

Sonunda doktor lambayı kapattı, gözlüğünü çıkardı,gözlerinde hüzünle :

“Bir yıl önce gelseydi… belki kurtulurdu.

Kornea yeni yeni tükenmeye başlamış ama artık çok geç.

Arda’nın gözleri doldu ama ağlayamadı.

Hayyam hafifçe gülümsedi. Sanki oğluna: “Üzülme.”demek ister gibi.

Doktor onları yolcu ederken sessizce bir zarf uzattı.

“Bu yol masrafınızdan fazlası. Bir ay kadar idare eder. Lütfen kabul edin, gönlüm rahat etsin”

Hayyam başını eğdi, Arda konuşamadı. Teşekkür yerine sadece başıyla selam verdi.

Kapıdan çıkarken doktorun sesi geldi arkalarından:

“Işık bazen gözle değil, kalple görülür…

Bunu unutma Arda.”

 

          SESSİZ YOLCULUK

Arda babasıyla birlikte köy yoluna düştüğünde, otobüsün takıntısı içinde sessizliği bozan tek şey kalbinin atışıydı.

Hayyam pencere kenarında başını cama dayamış, uzaklara bakıyordu. Arda onun gözlerindeki karanlığı farkedebiliyordu ama konuşmak

O an Arda düşündü: “Bazen bir umut bile geç kalınca, hayat değişiyor…

Her şey sessizce kayıp gidiyor.”

Arda babasının yüzüne bakmak istemedi. Gözleri doluyordu ama kimseye göstermemek için başını öne eğdi.

Evdeki odasına çekildi, sessizce oturdu. Ellerini dizlerinin üstünde bastırdı, uzun uzun düşündü.

“Hayat bu kadar adaletsiz olabilir mi?

Doktor her şeyi söyledi ama…

 Yine de bir parça umut vardı o da kayıp gitti ...”

Günler geçti. Arda yavaş yavaş kendine geldi.

Bakkalda çalışmaya devam etti,eski düzenini sürdürmeye çalıştı ama içindeki sessizlik artık daha derindi.

“Işık bazen gözle değil, kalple görülür.”doktorun bu sözleri her adımında karanlığa rağmen ilerlemesini sağlayacak küçük bir güç oldu.

 

4.

                 KUŞ ADASI

Arda sabahın erken saatlerinde rafları düzenlerken dükkana bir kaç müşteri girdi. Orta yaşlı, kısa boylu adam elindeki gazete kağıdını göstererek “Kuş Adası’nda bir otel komi arıyor hem de dolgun maaşla. Bence sen de git evlat.”dedi.

Arda umursamadı : “Teşekkür ederim ama ilgilenmiyorum.”

Adam gülümsedi, ısrarcıydı: “Denemeden bilemezsin. Git, gör bak nasıl hayatın değişecek. Millet otelde turistlerin verdiği parayla köşeyi dönüyor.”

Arda kendi kendine düşündü, belki de hayatı değişebilirdi.

Bakkalla da vedalaşıp ertesi gün yola düştü.

Otobüsten indiğinde otelin parlak mermerleri ve sahil manzaralı balkonları Arda’yı büyüledi ama mutfak kapısından içeri adım attığında gerçek çok farklıydı.

Büyük Kazanlarda çeşit çeşit yemekler pişerken, tencereler tıkırdıyor,  garsonlar telaşla tabak taşıyor, aşçılar bağırıyordu.Bir masa tarafında tatilciler yüksek sesle içki içiyor, başka bir masada kavga edenler varken otelin başka bir köşesinde eğlenen insanlar vardı. Bazı çalışanlar Arda'ya alaycı bakışlar atıyordu. 

“Yeni mi geldin?”dedi biri, gözlerini Arda’dan ayırmadan.

Arda başını salladı, sessizce mutfağı gözlemledi. İlk işi masaları düzenlemek ve siparişleri takip etmekti. Her tabak, çatal ve peçete dikkatle yerleştirilmeli, siparişler eksiksiz alınmalıydı. 

Patron sert bir sesle bağırdı: "Çabuk ol! Tatilciler bekliyor!" 

Arda tabakları hızlıca ama yanlış yere koydu . Bir garson alay etti: “Acemi, hâlâ öğrenemedin mi? "Arda derin bir nefes aldı, özür diledi ve sessizce işine devam etti.

İçinden : “Sabırlı ol, kavga etme.”dedi kendi kendine.

Arda daha sonra aşçının isteğiyle sebzeleri doğrayıp, tabakları hazırlamaya başladı. 

" Soğanları getir, patatesleri soy!"dedi aşçı sert bir sesle. 

Saatler uzadıkça Arda hem bedenen hem de psikolojik olarak yoruldu. Molalar kısa, iş yoğun ve hatalara tahammülsüzlük vardı.

Akşam üstü tatilciler arasındaki bir kavga mutfağın önüne taştı. Garsonlar koşturuyor, Arda tabakları dikkatle taşıyor ve ortamı gözlemliyordu. Kavga edenler masaları devirip bağırıyordu.

Gün boyu mutfak sürekli kirleniyor, yağlı ve kirli bulaşıkları yıkamak çok zordu.

Patron da işçi kıymeti bilmiyor, sürekli işçilere bağırıyordu. 

On beş çalıştı ama anasından emdiği süt burnundan geldi.

Daha fazla dayanamayarak İzmir’e geri döndü.

5. ARDA

ARDA

TEKRAR İZMİR
          TEKRAR İZMİR
Arda uzun bir yolculuktan sonra yeniden İzmir’e geri dönmüştü ama bu dönüş ne umut ne de sevinç taşıyordu içinde. 
Bakkaldaki  işinden kendi isteğiyle ayrılmış, sonra da pişman olmuştu. Geri dönmeye utanıyordu: “Ne yüzle gideceğim oraya?”diye kendi kendine söyleniyordu. 
Ablasına gitmeyi düşündü ama eniştesinin soğuk tavırlarını, laf sokmalarını hatırladıkça içi daraldı. Amca oğluna gitse, onların evleri bir mutfak ile bir odadan ibaretti zaten yatacak yer yoktu evde . 
Kimseye bir şey demeden Alsancak’ta İzmir Fuarında ağaçların diplerinde, banklarda yatmaya başladı.
Geceleri sokak lambalarının sarı ışığı altında İzmir’in nemli havasını içine çekerken karnı çoğu zaman aç olurdu ama yorgunluk açlığını bastırıyordu. 
Yıldızlara baktıkça annesi aklına gelirdi. 
“Dikkat et kendine Arda.”derdi annesi. Şimdi o söz, rüzgarla birlikte kulağında yankılanıyordu. 
Bir gece,başını kolunun üzerine koymuş, uyumaya çalışırken yanına iki adam geldi. 
Biri omzuna dokunarak: 
“Şişşt delikanlı neden burda yatıyorsun?”
Arda başını kaldırmadan, kısık bir sesle cevap verdi:
“Evim yok.”
Adam şaşırdı:
“Nasıl yani, hiç mi evin yok?”
“Memleketten geldim.”
“Kalacak yerin yok mu?”
“Yok.”
“Akraban falan da mı yok burada?”
Arda kısa bir duraksamadan sonra:
“Yok.”dedi. 

Gerçi arada amca oğluna gidip yıkanıyor, karnını biraz doyuruyordu ama utanıyordu söylemeye. 
Adamlar durumuna üzüldüler. 
“Bu çocuk burda donacak.”dedi biri. 
Sonra durumu polise bildirdiler. Bir süre sonra bir devriye aracı geldi. Polisler yaşını sordular ve karakola götürdüler. Karakolda biri sıcak çorba getirdi. 
“Aç mısın delikanlı?”diye sordu memurlardan biri. Arda sessizce başını salladı ve memurun uzattığı çorbayı içti. 
Komser onsekiz yaşından küçük olduğunu öğrenince yumuşak bir sesle: “O sekizinden küçükmüşsün. Seni ailene göndermemiz gerekiyor.”dedi. 
Komser odasında sadece Arda ile Komser vardı. Komser cebinden para çıkarıp: “Şu köşedeki büfeden bana bir gazete alıp gelir misin?” deyince Arda olur anlamında başını salladı. Parayı alarak büfeye gitti. 
Arda büfeye gidip Komserin gazete istediğini ve götürmesini söyledi. Büfeci Arda’ya: 
“Sen götürür müsün?”deyince 
Arda” “Benim acil işi çıktı. Buyrun gazetenin parası. Komser sizin bırakmanızı istedi. “dedikten sonra ordan kaçtı. .

6.

PASTANE

         PASTANE
Arda geceyi yine dışarıda geçirdi. 
Sabah olunca şehrin kalabalığı içinde yürümeye başladı. 
İnsanlar telaşla oradan oraya koşturuyordu. 
Bir ara burnuna taze poğaça kokusu geldi. 
Başını kaldırınca köşe başında küçük bir pastane gördü. 
Camın arkasında tezgah dolusu sıcak börekler, simitler vardı. 
Başını kaldırdı. Camda koskocaman “ELEMAN ARANIYOR.”yazıyordu. 
İçeri girdi. 
Küçük pastanenin içinde un kokusu, yeni demlenmiş çayla karışıyordu. 
Tezgahın arkasında orta yaşlı bir adam vardı, beyaz önlüğü unla kaplanmıştı. 
Arda utanarak eliyle camı göstererek: “Eleman arıyorsunuz sanırım. İsterseniz ben çalışabilirim.”dedi. 
Adam şöyle bir baktı: “Dürüst bir çocuğa benziyor.”dedi kendi kendine. 
“Daha önce çalıştın mı?”diye sordu. 
“Evet bakkalda çalıştım. Taşımayı, silmeyi, toparlamayı bilirim.”
“Adın ne senin?”
“Arda.”
Adam kısa bir süre düşündü sonra gülümsedi. 
“Madem öyle, bu gün şanslı günündesin. Elemanlardan biri hastalandı. İstersen başla görelim nasıl çalıştığını.”
Arda’nın yüzü aydınlandı. 
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten. Hadi bakalım önlüğü tak.”
Arda bir an aynadaki yansımasına baktı ;uzun zamandır ilk defa kendini bir yere ait hissediyordu. 
Bardakları taşıdı, masaları sildi, çöpleri topladı. 
Yoruldu ama içi huzurla doldu. 
Akşam olunca pastane sahibi yanına gelerek:
“Fena çalışmadın delikanlı. Eğer istersen yarın da gel.”
“İsterim tabi ki isterim! 
Adam kasadan para çıkarıp uzattı :
“Bu da bu günün yevmiyesi. Hadi git biraz dinlen.”
Arda parayı avucunda sıkıca tuttu. 
İçinde uzun zamandır hissetmediği bir şey vardı. GÜVEN 
O gece bir bankta değil, pastanenin arkasındaki küçük depoda, bir battaniye altında uyudu.

Pastane sahibi Mustafa usta, her zaman ki gibi erken gelmişti. Yanında iki işçi daha vardı.

Tezgahın arkasına geçmek üzereyken gözü bir hareket yakaladı. Depo kapısının önünde battaniyenin altına kıvrılmış uyuyan bir çocuk…

Mustafa usta yaklaştı, yüzünü görünce tanıdı.

“Arda… Sen burda mı yattın oğlum?”

Arda panikle yerinden doğruldu.

“Ben… şey… geç olunca eve gidemedim, biraz dinleneyim dedim uyuyakalmışım kusura bakmayın.”dedi utangaç bir sesle.

Mustafa ustanın yüzü yumuşadı.

“Evim yok desen daha doğru olur değil mi?”

Arda başını öne eğdi. Sessizce başını salladı.

Usta derin bir iç çekti.

“Peki, madem öyle… Sen artık buranın bir çalışanısın,sokakta yatmak yok. Arka tarafta boş bir oda var orayı düzenleriz. Geceleri orda kal.

Arda şaşkınlıkla baktı.

“Gerçekten mi usta?”

“Gerçek ama söz ver. Dükkanı pırıl pırıl yapacaksın.”

O günden sonra Arda hem gündüzleri çalıştı hem akşam dükkanın temizliğini yaptı.

Bir gün ustanın hanımı Nermin hanım dükkana geldi. Camların parıltısına, her şeyin yerli yerinde oluşuna hayran kaldı.

“Mustafa bu düzeni kim sağladı böyle?”dedi.

“Yeni çocuk Arda. Geceleri kalıyor burda.”

“Evde de çok iş var. Bana da yardım edebilir aslında.”

Ertesi gün Nermin hanımın yanında tozları aldı, camları sildi daha sonra da bahçeyi süpürdü. Nermin hanım onu hep takdir etti.

“Senin gibisini görmedim oğlum. Maşallah elinin değdiği her yer ışıldıyor.

Bir gün işini bitirince Nermin hanım cüzdanından kalın bir tomar para uzattı.

“Bu emeğinin karşılığı.”

Arda kabul etmese de Nermin hanım eline tutuşturdu. Böylece hem pastaneden hem ev işinden para kazanmaya başladı.

O parayla ilk kez kendine yeni kıyafetler almaya başladı.

Zamanla biriktirdiği paralarla kendine bir arsa aldı, kendine küçük bir ev kiraladı.

Hayat her zaman ki gibi sürprizlerini saklıyordu.

Bir sabah dükkana geldiğinde ortalık karışıktı.

Mustafa ustanın eşi ağlıyor, işçiler sessizce başlarını öne eğmiş duruyorlardı.

Arda donakaldı.

“Ne oldu?”

Nermin hanımın sesi titriyordu.

“Mustafa… dün gece kalp krizi geçirdi. Kurtaramadılar Arda.”

O an pastanenin bütün sıcaklığı, un kokusu, o sabahki ışık sanki bir anda soldu.

Arda’nın boğazı düğümlendi. Mustafa usta ona sadece patron değil, bir baba olmuştu.

Bir hafta sonra aile toplanıp karar verdi. Nermin hanım başka şehre taşınacak, pastane kapatılacaktı.

Arda son kez içeri girdi. Masanın üstünde duran bardaklara, tezgahtaki tepsiye, duvardaki saate baktı.

“Hakkını helal et, usta…

Sonra kapının önüne çıktı. Kepenkleri yavaşça indirdi.

O an sanki bir dönem kapanmıştı.

             SİZCE ARDA'YA NE OLACAK?

                   YORUMLARI ALALIM 

7. FIRIN

FIRIN

              FIRIN

Arda pastanenin kepenkleri kapandığında elinde küçük bir çuval, içinde bir kaç parça eşyası ve Mustafa ustadan kalan hatıralarla sokağın ortasında öylece kalakaldı.

O gün uzun süre sahilde yürüdü. Deniz hırçındı, dalgalar iskeleye vuruyordu. Bir bankta oturup cebindeki paraya baktı. Ustadan aldığı kazançtan birazı kalmıştı bir de arsaya yatırdığı paranın dekontu…

“Pes etmek yok.”dedi kendi kendine.

İzmir’in kalabalığı, sabahın karmaşası arasında iş aramaya başladı.

Kimi yerlerde yaşını küçük buldular, kimisi tecrübeli eleman istedi.

Akşam olurken Kemeraltı’nın dar sokaklarında yürürken eski bir fırının önünde “Eleman aranıyor.”yazısını gördü.

İçeri girdi. Bir adam hamur yoğuruyordu, başını kaldırıp Arda’ya baktı.

“Buyur delikanlı ne istiyorsun?”

“İş arıyorum usta. Her işi yaparım. Temizlik, servis farketmez.

Adam bir süre sessiz kaldı sonra gülümsedi.

“Gece vardiyası boş ama ağır iştir. Uyku yok, yorgunluk bol.”

“Ben alışığım.”dedi Arda kararlı bir sesle.

Arda böylece işe girdi. Fırında sabahlara kadar hamur taşıyor, tepsileri diziyor, sabah olunca da dükkanı temizliyordu.

Kol kasları ağrıyor, gözleri uykusuzluktan yanıyordu. Artık bedeni yorulunca fırını da bırakmak zorunda kaldı.

                KASAP GÜNLERİ

Arda tekrardan yollara düştü. Bir kasabın eleman aradığını öğrendi.

Kendi kendine: “Bir kasap kaldı yapmadığım. İşe alırlarsa bir de onu denerim ne olacak sanki?”dedi.

İçeri girdi.

Dükkanın içinden bıçak sesleri, et kokusu ve kasabın sert sesi geliyordu.

“Usta eleman arıyormuşsun. Ben de iş arıyorum”dedi.

Kasap şöyle bir baktı: “Daha önce kasapta çalıştın mı?”

“Hayır ama öğrenirim.”

“Deneyelim görelim bakalım o zaman.”

Eline önlük alıp Arda’ya uzattı :

“Önce şu et kasalarını taşıyıp dolaba as bakalım.”

Arda kasaları taşıdı,etleri dolaba astı ve zemini sildi ama içindeki ağır et ve kan kokusu, eline bulaşan yağdan her dokunduğu yerde bir kayganlık hissedince rahatsız oldu ayrıca dükkanın içi de soğuk ve havasızdı.

İkinci gün artık dayanacak hali kalmadı.

Kıyafetleri kokmuş, midesi bulanmıştı.

Kasap gür sesiyle : “Oğlum, şunu da kıyma makinesine at!”

Arda tereddüt etti, elindeki eti tezgahın üzerine bıraktı.

“Usta… ben yapamayacağım galiba.”

“Ne demek yapamayacağım.”

“Kusura bakma bu iş bana göre değil.”

Adam bir an sustu sonra gülerek başını salladı.

“Herkesin işi başka evlat, zorlama kendini. .”

Arda utanarak gülümsedi, önlüğünü çıkardı ve teşekkür etti.

“Sağ ol ustam, hakkını helal et.”diyerek dükkandan çıktı.

Cebindeki az bir parayla artık evde de oturamadı. Mecburen oturduğu evden çıktı yine sokaklar onu bekliyordu.

 

8. TEKSTİL ATÖLYESİ

TEKSTİL ATÖLYESİ

           TEKSTİL ATÖLYESİ

Arda  bu sefer bir tekstil atölyesine girdi.

İşe girdiğinde tertemiz bir çocuk olan Arda iki hafta geçince yüzü kapkara çamaşırları ise kirden gözükmeyen bir çocuk olup çıkmıştı.

Bunu fark eden patron Arda’yı çağırarak: “Oğlum senin annen çamaşırlarını yıkamıyor mu?”diye sordu.

Arda boynunu eğdi: “Yok.”

“Neden?”

“Benim annem yok.”

Patron bu cevabı alınca ne diyeceğini de bilemedi, elini Arda’nın omzuna koyup:

“Öldü mü?”diye sordu.

Arda kafasını sallayarak: “Hayır, benim ailem memlekette.”diye cevap verdi.

Patron kafasını kaşıdı, Arda’ya baktı: “Oğlum o zaman sen burda atölyede yat.”dedi.

O günden sonra Arda atölyede yatmaya başladı. Bir gece uykudayken bir çıtırtı duydu ve korkarak ağlamaya başladı.

Arda’nın sesini duyan bekçi yanına gelerek : “Oğlum neden ağlıyorsun?”deyince Arda hıçkırarak: “Bi  bi bir ses duydum.”diyerek ağlamaktan dolan burnunu çekti.

Arda’nın başını okşayan bekçi: “Korkma oğlum ben burdayken sana bir şey olmaz hadi git yat.”dedi.

Ertesi gün patron uykusuz bir Arda ile karşılaştı. Gelirken bekçi ile de görüşmüş bekçi olanları anlatmıştı.

Yanında Arda gibi üç delikanlı daha çalışıyordu. Hepsine devlet hastanesinin yanında bir ev tuttu. Arda gündüzcü diğerleri gececiydi.

Bir gün gece Arda’nın karnına bir sancı girdi. Ağrıdan kıvranıyor ama kimse yoktu. Ağrısı çoğaldı bağırmaya başladı. Komşular pencereyi açıp bakıp tekrar kapatıyordu.

Karşı penceredeki kız: “Anne yeni taşınan komşu var ya oradaki çocuk ağlıyor, bükülüp duruyor”deyince kızın annesi ile babası Arda’yı alıp hastaneye götürdüler.

Arda hastanede bağırıyordu. O anda doktor yoktu hemen doktoru çağırdılar.

Apandisit vardı ameliyat olması gerekiyordu.

Arda reddetti.

Doktor ameliyat olmazsa apandisit patlar dedi. Arkadaşları imza attı ve ameliyatı oldu.

Bir süre daha çalıştı.

Bir gün bir mektup aldı.

Mektupta Mersin’deki diğer ablasının hasta olduğu ve riskli bir ameliyat olacağı yazıyordu.

Arda’ya Mersin yolları görünmüştü.

9. MERSİN

MERSİN

               MERSİN

Arda Mersin’e vardığında ablası safra kesesi ameliyatı olmuştu. Hemen hastaneye koştu, karşısında ablasını görünce uzun uzun yüzüne baktı.

Kaç senedir kardeşini görmemiş ve özlemişti.

İki kardeş birbirine sarıldı, ablası Arda’yı resmen kokluyordu.

Kardeş kokusu başkaydı işte…

“Hoş geldin kardeşim.”dedi özlemle

Arda gülümseyerek: “Hoş buldum abla geçmiş olsun.”dedi.

Arda ablasının yanında refakatçi olarak kalmaya başladı.Ona yemeğini suyunu verdi. Bazen onunla sohbet etti.

Aradan bir hafta geçmiş ablası hastaneden çıkmıştı. Arda sürekli düşünüyordu.

Ablası bunu farketti : “Ablacım sen ne düşünüyorsun sürekli?”diye sordu.

Arda oflayarak kafasını kaşımaya başladı ve: “Abla geldiğimden beri düşündüm. İzmir’de sizden uzaktayım. Eğer siz de uygun görürseniz, burada sizin yanınızda kalmak istiyorum.”dedi.

Ablası kalktı Arda’yı kucaklayıp öptü: “En iyisi bu zaten. Ne işin var yabancı yerlerde.”diyerek gülümsedi.

Biraz düşündükten sonra: “Sana bir iş bulmamız lazım.”dedi.

Arda: “Ben buldum bile. Biraz birikmişim var. Üç tekerlekli bir araba alıp sebze, meyve satacağım.”

“Pekii yapabilecek misin?”

“Bakacağız göreceğiz.”

Arda eniştesi ile gidip üç tekerlekli araba aldı.

Hale gidip şeftali ve kayısı aldılar.

Arda şeftali ve kayısılar arabaya koyarak Osmaniye, Demirtaş, İhsaniye, Devlet Hastanesi ve Kuru Çeşme civarında dolaştı.

“Şeftali vaaarrr,kayısı vaaaarr!

Haydi ablalar, taze taze, sulu sulu bunlar!”diye bağırdı.

Ayaklarına kara sular indi ama bir kilo bile meyve satamadı. Bir kaç gün daha dolaştı. Meyveler çürüyerek kurtlandı.

En sonunda: “Abla bu böyle olmayacak. Sebze meyve işi bana göre değil.”dedi

“Bir iş bulmam lazım ama ne?”diye kendi kendine söylendi.

Biraz düşündükten sonra: “Tabii yaaa!”dedi ve aklına gelen şeyle gülümsedi.

Çorap satacaktı. Eniştesiyle Adana’ya gidip çorap aldılar. Bir hafta sonra eline çok güzel bir para geçti. Bu sefer çorapların yanına atlet ve iç çamaşırı ekledi.

Satışlar attıkça Arda’nın kendine güvenide geldi.

Böyle çalışırken bir sene geçti.

Bir gün askerlik çağrısı geldi. Arda ürünlerini güzelce paketleyip ablasının evine koydu.

Ablası ve eniştesi onu uğurladı.

 

10. ASKER ARDA

ASKER ARDA

                  ASKER ARDA

Arda’nın askerliği Erzincan’a çıkmıştı. Erzincan’a indiğinde etrafına bakındı kendi kendine mırıldandı : “Nereye geldim ben ya.”

İlk bir kaç gün asker elbisesi vverilmedi.Diğer askerler yemek yiyor, yatıyor giyiniyordu ;Arda ise hâlâ  sivil kıyafetlerle bekliyordu. Koğuşta herkes birbirine göz ucuyla bakıyor, tanışmaya çalışıyordu

Derken elbiseler gelince tek tek dağıtıldı. Bütün askerler hamama gitti. Banyo yapıp traş oldular, saçlarını kestirdiler. Kimisi az önce konuştuğu arkadaşını tanıyamadı.

Arda telli muharebe bölüğüne katıldı.

Komutan askerleri topladı: “İki dakika içinde yatağınızı toplayıp dışarı çıkın.”

Askerler hızla yatağını topladı, dışarı çıktı.

Bazıları geç kalmıştı, komutan sertçe tokat attı: “Geç kaldınız.”

Acemi birliği dört aydı. Üçüncü ayda denetimler başladı ve Or General geldi.

Askerler sıraya dizildi. Üç yüz _üç yüz elli civarında asker vardı.

Or General yüksek bir sesle sordu: “Söyleyin bakalım muharebe nasıl yapılır?”

Bir asker konuştu: “Komutanım iki çift kablo çekiyoruz. Hatlardan birini karşı mevziye, diğerini yan mevziye bağlıyoruz. T2 santrale bir telefon diğer uca da ikinci telefonu takıyoruz. Böylece manyotolu sistem üzerinden karşılıklı haberleşme sağlıyoruz.”

Or General: “Peki tek kabloluyla muharebedesin ve  savaşta bu haberleşmeyi  yapmak zorundasın, ne yapacaksın?”

Askerlerin hepsi bir ağızdan : “Kablo ile muharebe olmaz! ”dedi.

Arda cesaretle tekmil verip: “Olur komutanım.”

Or General: “Haydi bakalım göreyim seni. Nasıl sağlanıyormuş anlat bakalım. İyi ki bir kişi çıktı koskoca taburda. Telefonu kabloları al yap bakalım.”

Arda kabloların birini telefona bağladı, diğerini de ikinci telefona. Otuz kırk santim kadar kablo kesti. Kasatura ile yeri kazdı, topraklama yaptı.

“Komutanım bu nemli olması lazım. “dedi Arda.

“Su yoksa nasıl nemli olacak?”diye sordu Or General.  

“Komutanım affedersiniz ama ötekini de yapmamız lazım.”diye cevap verdi Arda.

Or General gülümsedi:

“Söyle söyle ne yapacağız?”

“Öteki işi yapacağız.”

Or General : “Oğlum söylesene.”diye ısrar etti Or General.

 “Afedersiniz ama işeyeceğiz, biraz ıslak olacak.”diye yanıtladı Arda.

Or General ciddileşti: “Bu askerin adını soyadını alın.”dedi.

Arda korktu, eli ayağı titremeye başladı.

Kendi kendine mırıldandı : “Ben elektrikçide öğrendiğimi söyledim ama keşke söylemeseydim….”

Or General gittiğinde Arda’nın kafasında bir sürü soru vardı . İsmini neden almıştı?

Şimdi ne olacaktı?

Ertesi gün komutan: “işte bu gördüğünüz asker koskoca elli dokuzuncu topçu tugayında Or Generalin sorduğu soruyu tek bilen kişi oldu.

Arkadaşınızı tebrik ediyorum. Bu kol saatini de kendisine hediye ediyorum.”

Askerler kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar.

Komutan sertçe bağırdı : “Susun konuşmayın.Hem ders çalışmıyorsunuz hem de susmuyor sunuz.Çavuşlar bu askeri yanınıza alın. Siz ne yapıyorsanız o da aynısını yapsın.”

Acemiliğin bitmesine yirmi beş gün kalmıştı. Arda er arkadaşlarının yanında yemek yiyordu.

Çavuşlar ona seslendi: “Sen niye orda oturuyorsun. Bundan sonra bizim yanımızda bizimle yemek yiyeceksin.”

Arda artık içtimaya gitmiyor çavuşlarla kalıyordu.

Dağıtımdan önce Arda’nın saati çalındı. Askerler  arama yaptı.

Komutan: “Bu saat bulunacak, kim aldıysa çıkacak. “diye bağırdı. Koğuşta bütün çantalar arandı, yatakların altlarına dahi bakıldı.

Askerlerden biri ürkekçe : “Komutanım günahını almak istemiyorum ama içimizde bir firari var o çalmış olabilir mi acaba?”

Komutan kısa bir cevap verdi : “Olabilir.”

Firari iki hafta sonra yakalandı. Saati satmıştı.

Dağıtım günü geldiğinde askerler Arda’ya : “Sen başarılı bir askersin. Or General tarafından da ödüllendirdin. Kesin sana kıyak yaparlar. İyi bir yere gidersin.”dediler.

Dağıtım yerleri bir bir okunuyordu.

Herkesin yüreği ağzında…

Arda’nın ismi geldiğinde komutan yüksek sesle okudu.

“Kandilli”

Koğuş sessizleşti.

Herkes birbirine baktı.

Askerlerden biri omzuna vurdu :

“Kandilli’mi dedi. O zaman yaşadın kardeşim kesin İstanbul’u!”

Bir diğeri ekledi: “Deniz kenarıdır oğlum orası, boğazı görürsün. Paşalar gibi askerlik yaparsın.”

Arda tereddütle başını kaldırdı : “Komutanım bu İstanbul mu? Erzurum mu?”

Komutan yüzüne bakmadan kısa cevap verdi : “Erzurum.”

O an koğuşun havası bir anda değişti.

Arda’nın içi burkuldu, yüzü düştü.

Soğuğu hiç sevmezdi ama ülkesine hizmet etmek onun için en büyük gururdu.

Kendi kendine mırıldandı: “Ne yapalım. Vatan neredeyse görev oradadır.”

Tren sabahın ilk ışıklarıyla  Erzurum Kandilli’ye indiğinde şafak yeni söküyordu. İstasyonun çevresinde bembeyaz karlar, dondurucu bir rüzgar vardı.

Arda nefes aldıkça ağzından buhar çıkıyor, burnu kıpkırmızı oluyordu.

Yanında iki arkadaşıyla birlikte, ellerinde valizlerle yürürken bir inzibat seslendi : “Yeni gelenler siz misiniz? Hadi bakalım bölüklerinize teslim olacaksınız.”

Arda’yı uçaksavar bölüğüne arkadaşlarını da başka bölüğe verdiler. Ayrılırken çocuklar birbirine sarıldı.

Acemi birliğindeki başarısından dolayı daha ilk günden onbaşı olarak ödüllendirildi.

Sabah bölük astsubayı geldi, yüksek sesle bağırdı : “Aranızda muharebeci kim var?”

Arda o sırada sessizdi. Yeni geldiği için konunun kendisi ile ilgili olduğunu düşünmemişti.

Astsubay ikinci kez bağırdı : “Nerde yeni gelen muharebeci?”

Arda öne çıktı: “Benim komutanım, sabah geldim o yüzden ben olacağımı tahmin etmedim.”

Astsubay başını salladı : “Tamam. Bundan sonra seni nöbetlere yazmayacağız. Emir bekle..”

Ertesi gün bölükte bir hareketlilik vardı. Yüzbaşı gelmişti Sert ama adil bir adamdı. Arda’yı yanına çağırdı: “Yeni gelen asker sen misin?”

“Emredersiniz komutanım.”

“ Şimdi yanına iki tane adam al. Seçim sana kalmış. Onları sen eğiteceksin, muharebeci yapacaksın.Bundan sonra onlar senin emrinde.”

Arda tekmil verip : “Emredersiniz komutanım.”dedi.

Mersin’li Ali yanaştı.

“Komutanım beni de alın yanyanınıza.”

Hemen arkasından Mersin Mut’lu Ahmet atıldı : “Ben de varım komutanım!”

Arda gülümsedi “Tamam, siz ikiniz varsınız ama on iki kişi olacağız. Her memleketten birini seçelim.”

Mersin, Çanakkale, Ankara, İzmir, Sakarya, Sivas, Erzurum…

Böylece Arda timini tamamladı.

O artık sadece bir onbaşı değil aynı zamanda bir öğretmendi.

Arda askerlerine sabırla eğitim verdi.

Kablo çekmeyi, santral bağlantısını, haberleşmeyi birebir uygulamalı gösteriyordu.

Yüzbaşı onları uzaktan izliyordu. Bir akşam Arda’yı yanına çağırdı: “Aferin Arda. Askerler senden iyi bir şeyler öğrenmiş. Sen sadece emir alan değil aynı zamanda emir de verebilen bir askersin.”

Arda gururla tekmil verdi: “Emredersiniz komutanım.”

Askerliğin bitmesine bir hafta kala yüzbaşı yine Arda’yı çağırdı: “Çalışmalarına çok iyiydi. Sana hediye olarak bir hafta erken tezkere veriyorum. Hazırlan öğleden sonra gideceksin.”

Arda şaşkındı, hem sevinçli hem hüzünlü.

Erzurum’un sert soğuğunda, nöbetlerde geçen günleri bir an gözünün önünden geçti.

Valizini hazırlayıp çıkmak üzereyken Yüzbaşı seslendi : “Arda artık burda kalamazsın, hemen nizamiyeden çık  ve kahveye git. Sabahda ilk trene bin.”

Hava çoktan kararmıştı.

Arda dışarı çıktı bir kahveye gitti.

Kahveci: “ Bu  saatte araba bulamazsın ama Mehmet Ağanın cipi var. Onu kiralarsan seni Erzurum’a kadar götürür.”

Az sonra sakallı, şapkalı bir adam geldi.

“Ben Mehmet Ağa. Erzurum’a kadar götürürüm . Ordan trenle Ankara sonra Mersin’e kadar yolun düz.”

Arda teşekkür etti, cipe bindi.

Kandilli’nin beyaz karları arkasında kalırken, pencereden dışarı baktı.

Soğuk rüzgarın uğultusu arasında mırıldandı :

“Askerlik bitti ama içimde sanki yeni bir yolculuk başlıyor.

11. YENİ İŞ

YENİ İŞ

                   YENİ İŞ

Trenin kapısı açıldığında Mersin’in sıcak havası Arda’nın yüzüne çarptı. İçine tatlı bir huzur dolarken valizini omzuna alıp perona indi. Uzaktan ablası ile eniştesini gördü. Ablası koşarak ona sarılırken eniştesi gülümsedi : “Hoş geldin kardeşim”dedi.

Hep beraber eve gittiler. Evin mutfağında sıcak çay içerken gece boyunca gelecek hayalleri ve şakalar yapıldı.

Aradan on beş yirmi gün boyunca Mersin sokaklarını arşınladı.

Bir sabah kahvaltıdan sonra eniştesi : “Arda sen böyle duramazsın. Sana biraz para vereyim, Adana’ya gidip biraz daha ürün al. Buradaki eşyalarının üzerine takviye et. Kendin sat sonra benim paramı verirsin kazanınca.”dedi.

Böylece Arda Adana’ya gidip ürün aldı. Tezgahını açıp sattı. On gün demeden eniştesine parasını verdi. Zamanla çok güzel kazandı.

Bir akşam çay içerken ablası ile eniştesine :

“Ben galiba kendi işimi kuracağım.”dedi.

“Ne işiymiş bu?”

“Bakkal açmaya karar verdim.”

Eniştesi düşündü ve: “Sen yaparsın bu işi ama önce bir dükkan bulmak lazım.”dedi.

Arda ertesi gün mahallenin  dar sokaklarının birinde küçük bir dükkan buldu. Bina yeni yapılmıştı ama ne kapı vardı ne penceresi. Beton duvarlar, yerlerde harç kalıntıları ve inşaat halinde idi.

“işte burası olacak.”dedi kendi kendine.

Binanın sahibi orda oturuyordu.

“Amca burayı kiralasam bana verir misin?”

“İyi de burası sadece taş duvar. Kapı yok, pencere yok. Sen ne yapacaksın ki burayı?”

“Bakkal dükkanı açacağım. Kapı, pencere de bana ait olsun. Onları ben hallederim ama kiradan düşersin olmaz mı?”

Binanın sahibi Arda’yı şöyle bir süzdükten sonra: “Temiz çocuğa benziyorsun. Tamam başla bakalım.”dedi.

Orayı kiraladı. Önce kapı pencere taktırmadı. Sadece bir kepenk taktırdı.

Biraz raf aldı, taktı. Rafları temizleyip toptancıdan ürün aldı.

Un, şeker, bakliyat, sabun, deterjan, tuz, çay, bir kaç teneke yağ…

İlk başta çeşit çok olsun diye hepsinden ikişer paket aldı.

Cam kavanozlara şeker, nohut pirinç…

Bidonlarda gaz yağı, kibrit kutuları, İplik makarası.

Bir köşeye de çocuklar için renkli leblebi ve sakız koydu.

Dükkanın önüne bir masa attı.

Eniştesinden aldığı radyoyu açtı.

Fonda Ajda Pekkan : “Aman petrol.”çalıyordu.

 İşleri açılınca yerleri kırmızı, krem renkli fayanslarla kapladı. İlk zamanlar elektrik yoktu hava kararana kadar gaz lambasıyla ürünleri sayıp not defterine fiyatları yazıyordu.

Mahalleli “Arda bakkal.”demeye başladı.

Sabahları sütçü gelir, Arda kapının önünde onunla sohbet ederdi.

Gazete bayisi uğrar: “Bu gün zam haberi var ha Arda.”derdi.

Akşamları dükkanın önünde oturup esnafla çay içmek artık bir alışkanlık olmuştu.

Müşteriye yetişemeyince memleketten kardeşlerini de çağırdı. Artık ablası gilde olmazdı, kalabalıklaşmışlardı.

Dükkanı kapatırken içini garip bir özlem kapladı :

“Keşke annemle babam da yanımda olsaydı.”diye düşündü.

O an kararını verdi.

Ertesi gün ablası gile uğrayıp: “Annemle babamı da buraya getirmek istiyorum.”dedi.

Eniştesi gülümsedi: “Çok iyi düşünmüşsün Arda. Orda yalnız kalmasınlar.”

Arda hemen köye mektup yazdı.

“Anne baba işlerim iyi gidiyor. Kardeşlerimle ev tuttum. İçinde tek eksiğimiz sizsiniz.”

Bir sabah otogardan gelen minibüs dükkanın önünde durdu. Gelen Fesmani ile Hayyam’dı. Arda’nın sevinçten nerdeyse kalbi duracaktı. Elindeki teraziyi masaya bıraktı, koşarak dışarı çıktı.

Annesi minibüsten inerken, babası bastonuna dayanmış, yavaş adımlarla yere basıyordu.

Arda hemen babasının koluna girdi.

“Baba dikkat et basamak var.”dedi.

Hayyam dükkana girince elini uzattı. Duvarı, rafları, teraziyi parmak uçlarıyla yokladı.

“Ben göremiyorum ama senin emeğinin kokusunu hissediyorum oğlum.”dedi.

Arda o gün dükkanı kapatmadı.

Müşterilere çay ısmarladı.

Akşam olunca annesiyle babasını yeni evlerine götürdü.

O gece Arda uzun zamandır ilk kez huzurlu uyudu.

Artık ne yalnızdı ne de gurbetti.

Evin ışığı sönse bile içi aydınlıktı.

12. İHTİLAL

İHTİLAL

           İHTİLAL

İşler çok güzel gidiyordu. Arda artık bakkalın başında bir esnaftan çok, herkesin “bizim Arda”dediği biri olmuştu. Bir gün İstanbul’dan ürün almaya karar verdi.

Gece otelde kaldı. Sabah erkenden kalkıp mal almaya niyetlenmişti ama lobiden garip sesler geliyordu.

Televizyon açık, herkes sus pus…

Ekranda askeri üniformalı bir adam konuşuyordu.

Otel görevlisi panikle seslendi: “Abi dışarı çıkma, ihtilal oldu.”

Arda şaşırdı : “Ne ihtilali.”dedi.”

“Abi bugün sabah beşte ordu yönetime el koymuş. Kenan Evren konuşuyor, sokağa çıkmak yasak.”

Arda sinirle güldü.

“Bana ne ihtilalden, ben işime bakacağım.”

Görevli korku dolu gözlerle fısıldadı : “Abi sen bilirsin ama asker gördü mü durdurur. Bak dün gece Taksimde silah sesleri duyulmuş.”

Arda cebinden parayı çıkarıp hesabı ödedi.

Kapıdan adımını atar atmaz bir düdük sesi yankılandı.

Bir asker uzun namlulu silahıyla bağırdı.

“Dur! Kimse dışarı çıkmayacak!”

Arda elini kaldırdı, sakin bir sesle:

“Ben otelden çıktım sadece. Hem daha yeni askerliği bitirdim, korkmam ben sizden.”

Asker yaklaştı:

“İyi de sen ihtilalin ne demek olduğunu bilmiyor musun?”

“Bilmiyorum.”

“Askeriyenin yönetime el koyması.”

“Askere asker, koymuş koymamış bana ne.”

Asker dişlerini sıktı: “Yürü git nerden geldiysen oraya dön. Akşama kadar da çıkma.”

Arda tekrar otele döndü.

Lobide televizyon hâlâ açıktı.

Kenan Evren ciddi bir ses tonuyla konuşuyordu:

“Yurdumuzda huzur ve güven ortamı bozulmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştur…”

Herkes sessizdi.

O an Arda ilk kez ülkenin havasının nasıl bir anda değiştiğini hissetti.

Sokaklar boş, dükkanlar kapalı, radyolarda marş sesleri vardı.

O gün ürün almadan Mersin’e geri döndü.

Kardeşleri kapıda karşıladı: “İyi ki geldin abi, yollar tehlikeliymiş. Her yer asker dolu.”

Bakkal yine açıktı o gece.

Saat on ikiye yaklaşırken askeri bir cip durdu.

İçinden iki asker indi:

“Bu dükkan neden açık hâlâ?”

 “ Komutanım biz her zaman bu saate kadar açığız.”dedi Arda sakince.

Askerlerden biri : “Bundan sonra açık olmayacak! ”dedi sertçe.

Ama ertesi gece yine açtı Arda.

O askeri cip yeniden geldi. Bu kez farklıydı.

Askerlerden biri sessizce içeri girip peynir ekmek, bisküvi  aldı. Hiç bir şey demeden parasını bıraktı.

O günden sonra her akşam aynı saatte o cip geldi.

Sokaklar sessizdi.

Eskiden sabahları çocuk sesleriyle dolu olan mahallede şimdi yalnızca askeri ciplerin motor sesi yankılanıyordu.

Televizyonda her gün aynı şeyler vardı.

Kenan Evren yine konuşuyor, gazeteler artık incecik çıkıyordu.

Bazı köşe yazıları bembeyaz sayfalarda sadece nokta kadar kalmıştı.

Kimi gazeteler tamamen kapatılmıştı.

Mahallede insanlar birbiriyle fısıltısıyla konuşuyor, kimse yüksek sesle siyaset demeye cesaret edemiyordu artık.

Bir akşam yaşlı bir adam dükkana gelip sessizce sordu:

“Evladım haber var mı? Televizyon çekmiyor bizim orda.”

Arda başını iki yana salladı : “Yok amca, hep aynı şeyleri söylüyorlar. Sanki ülke nefesini tutmuş bekliyor.”

Bakkalın önündeki bankta oturan bir kaç genç bile artık kahkaha atmıyordu.

Birisi “yasak”der gibi parmağını dudaklarına götürür, diğerleri susardı.

Bir gece Arda kepengi indirirken askeri cip yine geldi.

Bu kez içinden çıkan yüzbaşıydı:

“Yine açık mısın sen?”dedi ama yüzünde sertlik değil, yorgunluk vardı.

“Komutanım, insanlar sabah kahvaltısız kalmasın dedim.”

Yüzbaşı derin bir nefes aldı :

“Doğru diyorsun.”dedi. “Biz de insanız. Biz de bazen ekmek bazen huzur isteriz.”

O anda Arda anladı ki ;bu ihtilalin en çok yorduğu yine halktı.

Askeriyle, esnafıyla, köylüsüyle… herkes sessiz bir korkunun içinde yaşamayı öğrenmişti.

Ama o korkunun içinde bir şey filizleniyordu. Direnç…

Arda’nın dükkanı sadece ekmek değil, moral de satıyordu artık.

Kimi müşteri bir bahane ile uğrar: “Abi nasılsın?”der.

Kimi de süt alırken: “Sabır Arda, her karanlığın bir sabahı vardır.”diye fısıldardı.

Günler geçmiş takvimler artık bin dokuz yüz seksen üçü gösteriyordu.

Radyoda artık marşlar değil, yavaş yavaş yeni şarkılar çalmaya başlamıştı.

Sokaklarda askeri araçların yerini minibüsler, çocuk sesleri alıyordu.

Uzun süredir sessiz kalan mahalle yeniden nefes alıyordu sanki.

Arda dükkanın önüne sandalyeyi çıkarıp oturdu.

Elinde çayı, gözlerinde derin bir yorgunluk…

Ama bu kez yüzünde umudun ince bir gülümsemesi vardı.

Karşı kaldırımdaki çocuklar misket oynuyor, bir yandan da bağıra çağıra şarkı söylüyorlardı.

“Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç…”

Yan dükkandan yaşlı terzi seslendi: “Arda! Artık ortalık sakinledi oğlum. Yeniden mal al, milletin yüzü gülsün biraz.”

Arda başını kaldırdı, dudağında hafif bir tebessümle :

“Evet usta… Artık yeniden başlama zamanı.”dedi.

Kepengi sonuna kadar kaldırdı.

Rafları temizledi, duvardaki eski radyoyu açtı.

Spikerin sesi yankılanıyordu: “Yeni hükümet görevi devraldı. Demokrasiye geçiş süreci başladı.”

O gün uzun zamandır ilk kez dükkanın önüne tezgah açtı.

Camın kenarına da küçük bir kağıt yapıştırdı.

“Bakkal Arda yeniden hizmetinizde.”

Mahalleli teker teker uğramaya başladı.

Kimi helva aldı, kimi ekmek…

Ama herkesin dilinde aynı cümle vardı :

“Çok şükür o kara günler bitti.”

 

 

13. YENİ BAŞLANGIÇLAR

YENİ BAŞLANGIÇLAR

YENİ BAŞLANGIÇLAR

Arda bakkaldan güzel kazandı.

O mahallede kıraathane yoktu.

Bir akşam babasıyla çay içerken laf lafı açtı.

“Mahallede bir kıraathane yok.”dedi Arda.

“Adamlar akşam işten çıkıyor, oturacak bir yer bulamıyor. Bizim dükkanın yanında küçük bir yer var, açsak nasıl olur?”

Babası derin bir nefes aldı, başını iki yana salladı :

“Oğlum kıraathane deyip geçme. Orada kumar döner, kötü alışkanlıklar olur.”dese de yine de bir müddet kıraathane açtı.

İlk günler güzeldi.Mahallenin büyükleri gelip çay içiyor, gazeteler okunup güzel sohbetler ediliyordu. Ama bir gün babasının dediği çıktı. Bir akşam kavga oldu, sandalyeler devrildi, bardaklar kırıldı.

Babası sakin ama sert bir sesle : “Ne dedim ben sana.”

Arda başını eğip sustu. Babası haklıydı. Ertesi gün kıraathaneyi kapattı ama pes etmedi.

Hemen bakkalın önüne bir kaç kasa elma, portakal dizdi.

Böylece bakkala manav eklediler. Bakkalın önünde sattılar. Kardeşlerine de seyyar araba aldı. Onlar da sabahın erken saatlerinde sokak sokak dolaşıp “Taze domates, taze salatalık.”diye bağırarak satış yapmaya başladılar.

Dükkan sahibi işlerin büyüdüğünü görünce “Kusura bakmayın benim bu dükkana ihtiyacım var onun için sizi çıkaracağım”dedi.

Arda elini tezgaha dayayıp sakince “O zaman mallarıyla devralırsan çıkarım.”dedi.

Arda’nın kardeşi öne atıldı : “Abi, o dükkanı sen ayakta tuttun. Rafını sen taktın, kepengini sen çaktın. Şimdi iş büyüyünce mi lazım geldi ona.”

Arda derin bir nefes aldı: “Haklısın ama dükkan sahibi o. Kavga etmeye değmez.”

Bir kaç gün sonra dükkanın önünde nakliyeci kamyonu durdu. Mahalleli toplanmış kimi yeni yere: “Hayırlı olsun.”diyor kimi de: “Eski dükkan sahibi pişman olacak.”diye söyleniyordu.

Yeni dükkan evlerinin sokağındaydı.

İlk günün akşamı kasayı sayarken Arda bir an durdu.

“Ne oldu?”dedi kardeşi.

“Eski dükkanda bu kadar müşteri olmazdı. Demek ki önemli olan yer değil, niyetmiş.”

İşin garip tarafı eski dükkan sahibi iş yapamadı ve bir kaç ay sonra kepenkleri indirdi.

Arda’nın yeni yeri ise dolup taşıyordu. Bakkal, manav derken çorap, çamaşır, leğen, kap kacak ne ararsan satmaya başlamıştı.

Yıllar geçti…

Kazandıklarıyla kendi dükkanlarını satın aldı.

Üstüne de ev yaptılar. Ev taşınırken Arda’nın ablası ile enişteside geldi. Öğlene kadar evi taşıyarak serdiler.

Mahalleli meraklıydı : “Hay maşallah Arda, evi de dükkanın üstüne yaptın ha!”dedi karşı komşu.

Arda gülümseyerek : “Kira el yakıyordu abla, bari emeğimizin üstüne oturalım dedik”

Akşam olunca mahalleye serinlik çöktü.

Arda balkonun demirine dayanmış sokağı izliyordu.

Alt katta kepenklerin arasından gelen loş ışık, dükkanın hâlâ yaşadığını hatırlatıyordu.

Kardeşleri içeride kahkahalarla konuşurken babası radyoda türkü dinliyordu.

Bir ara annesi balkona çıktı,elinde iki bardak çay.

“Al oğlum, soğutmadan iç”

Arda bardaktan bir yudum aldı sonra sessizce sordu:

“Anne biz gerçekten başardık mı?”

Fesmani gülümsedi, o ana kadar tuttuğu gözyaşları usulca yanaklarından süzüldü.

“Başardın Arda. Bu ev, bu dükkan…. Hepsi senin emeğinle kuruldu. Babanın omzundaki yük hafifledi artık.”

Rüzgar hafif eserken, uzaklardan bir seyyar dondurmacının sesi duyuluyordu. O an içini tarifsiz bir huzur kapladı.

Birden aklına İzmir’de parkta anne ve babası ile dondurma yiyen çocukları görünce ağladığı gün geldi.

İçinden : “Geçti artık, bitti. Belki de yeni başlangıçlar var hayatımda. Sessiz ama umut dolu.”diye geçirdi.

 

Tepkiniz Nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow

AYŞE KÜÇÜKIŞIK 5 Mayıs 1972'de Berlin'de doğdum. 6 yaşında Türkiye 'ye gelerek Mersin'de okula başladım. Orta okulda hikaye yarışmasına katılarak ödül aldım. Ondan sonra yazmaya başladım. 90'lı yıllarda bir çok şiirim Mersin Radyolarında yayınlamaya başladı. Hikaye ve Roman denemelerim var. Evli ve iki çocuk annesiyim.