Trajik Tatil 2 - Polisiye Hikaye

Ekim 8, 2025 - 16:10
Ekim 10, 2025 - 20:04
 1  19
Trajik Tatil 2 - Polisiye Hikaye

Trajik Tatil II – Sessiz Kıskançlık

Didim’de güneş yeniden yükseliyordu. O sıcak yaz sabahı, villaların pırıl pırıl beyaz duvarlarına vuran ışık, bir yıl önceki karanlık hatırayı örtmeye çalışır gibiydi. Fakat bazı gölgeler, güneşle kaybolmazdı.

Başkomiser Bilal arkasına yaslandı, masasında duran dosyaya baktı.
Üzerinde sadece iki kelime yazıyordu:
“Güzin Yılmaz – Zehirlenme Vakası.”

Bir yıl geçmişti. Dosya resmî olarak kapanmıştı. Katil yakalanmış, mahkeme kararını vermişti. Her şey, kâğıt üzerinde bitmişti.
Ama Bilal’in aklında hâlâ o sabahın kokusu vardı: Deniz tuzuyla karışık meyve suyu kokusu.
Ve o kokunun içinde bir şey eksikti — mantık.

Geri Dönüş

Aydın Emniyeti’ne yeni atanan bir memur, Bilal’in kapısını çaldı.

“Başkomiserim, geçen yılki Didim dosyasında yeni bir gelişme var. Güzin Yılmaz’ın ailesi villayı satışa çıkarmış. Temizlik sırasında bahçede bir oyuncak kutusu bulunmuş. İçinde küçük bir şişe kapağı var. Üzerinde kimyasal kalıntı tespit edilmiş.”

Bilal’in gözleri hafifçe kısıldı.
“Zehir?” diye sordu.
“Evet, aynı maddeye çok benzer.”

O an ofisteki hava değişti. Bilal elini dosyanın üzerine koydu.
“Demek ki işimiz henüz bitmemiş.”

Olay Yeri Tekrar

Villaya vardığında rüzgâr denizden esiyor, palmiyeleri hafifçe sallıyordu.
Burası, Güzin’in kahkahalarının yankılandığı, sonra sessizliğe gömüldüğü yerdi.

Bahçede Güzin’in annesi vardı. Elinde solmuş bir oyuncak ayı tutuyordu.
“Her yaz burada oynardı,” dedi kadın, sesi titreyerek. “Ama geçen yıl... hiçbir şey aynı kalmadı.”

Bilal, villanın çevresini yeniden inceledi.
Bir yıl öncesine göre tek fark, havadaki o huzursuzluktu.
Bahçe duvarında küçük bir çatlak dikkatini çekti. Çatlağın ardında, bir plastik parça sıkışmıştı. İnceleme ekibine işaret etti.
“Oradan numune alın. Belki oradan bir iz çıkar.”

Ekip çalışırken Bilal dosyayı gözden geçirdi.
Sanık: Murat Kaya – 45 yaşında, kimya teknisyeni, Sibel’in babası.
Suçu: Kastî zehirleme sonucu ölüme sebebiyet.
Ceza: Müebbet hapis.
Ancak Bilal’in dikkatini çeken satır şuydu:

“Zehri hazırladığı laboratuvardan alınan örneklerde, tam formül eşleşmesi yoktur.”

Tam formül eşleşmesi yoksa… demek ki zehir başka yerde hazırlanmıştı.

Sessiz Tanık

Sibel o günden beri kimseyle konuşmuyordu.
Didim’deki olaydan sonra ailesi dağılmış, babası tutuklanmış, annesi ise kızını İzmir’deki bir rehabilitasyon merkezine yatırmıştı.

Bilal, merkezdeki hemşireye kimliğini gösterdi.
“Başkomiser Bilal Kaya. Sibel Demir’le konuşmam gerek.”

Hemşire tereddüt etti.
“Konuşmaz efendim. Bir yıldır kimseyle tek kelime etmedi. Yalnızca resim yapıyor.”

Bilal içeri girdi.
Odada duvarlara asılı onlarca resim vardı. Hepsinde aynı şey: Denizin yanında iki kız çocuğu.
Biri ayakta, diğeri tekerlekli sandalyede.
Ama her tabloda ayakta duran kızın yüzü karalanmıştı.

Bilal sessizce yaklaştı.
Bir defter dikkatini çekti. Sayfaların arasında kurumuş bir menekşe vardı. Altına kurşun kalemle yazılmış bir cümle:

“Ben sadece onunla aynı olmak istedim.”

Bilal’in boğazı düğümlendi.
O sırada Sibel’in tekerlekli sandalyesi hafifçe döndü.
Kızın gözleri Bilal’e baktı — sessiz ama suçlulukla dolu.

Bilal sordu:
“Baban mı yaptı, Sibel?”

Kızın elleri titredi. Kalemi aldı ve deftere tek bir kelime yazdı:

“Hayır.”

Bilal’in Şüphesi

Emniyete döndüğünde Bilal bütün dosyaları yeniden açtı.
Babanın laboratuvar kayıtlarını inceledi. Zehirin hazırlanmasında kullanılan kimyasalın nereden satın alındığını gösteren fişlerde bir eksiklik vardı.
Son tarih, olaydan iki gün önce ve satın alan kişi “M. Kaya” değil, “S. Demir” olarak görünüyordu.

Sibel’in adı.
Demek ki babasının laboratuvarından zehri o istemişti.
Peki, bir çocuk bunu neden isterdi?

Bilal o gece evine gitmedi. Saatlerce raporları, ifade tutanaklarını, kamera görüntülerini inceledi.
Bir ayrıntı dikkatini çekti:
Kamera kayıtlarında kahvaltı sabahı, Sibel’in annesi dışarıdayken, Sibel’in sandalyesiyle mutfağa girdiği kısa bir an vardı.
Sadece otuz saniye.
Ama o otuz saniye, bir hayatı bitirmeye yetmişti.

Yeni Delil

Ertesi sabah, kriminal laboratuvardan telefon geldi.

“Başkomiserim, villada bulduğumuz şişe kapağında parmak izi var. Ama baba Murat Kaya’ya ait değil. Genç birine ait. Muhtemelen kadın. Yaş tahmini 18-20 arası.”

Bilal bir an sustu.
“Yani Sibel.”

Artık her şey netleşmişti ama bir eksik vardı: İtiraf.

Bilal tekrar rehabilitasyon merkezine gitti. Sibel bahçedeydi, elleriyle toprağı karıştırıyordu.
Yanına oturdu.
“Sibel,” dedi yumuşak bir sesle. “Gerçeği biliyorum. Baban senin yerine suçlandı.”

Sibel başını kaldırmadı.
Bilal devam etti:
“Onu kıskandın. Güzin’in yürüyebilmesini, koşabilmesini, gülüşünü... Ama kimseye zarar vermek istememiştin. Sadece onun sana kalmasını istedin, değil mi?”

Sibel’in dudakları titredi.
Bir damla yaş toprağa düştü.
Sonra kısık bir ses duyuldu:

“Ben... sadece onun da biraz durmasını istedim. Hep koşuyordu... ben hep oturuyordum.”

Bilal’in kalbi sıkıştı.
“Zehir bir oyun değildi, Sibel. Bir oyun hiç bu kadar gerçek olmamalıydı.”

Kız hıçkırdı, elleriyle yüzünü kapattı.

“Babamı korumak zorundaydım... O benim yerime hapiste…”

Bilal sessizce ayağa kalktı.
Gökyüzüne baktı, bulutların arasında güneş kayboluyordu.

Gerçeğin Bedeli

Bir hafta sonra rapor hazırlandı.
Bilal, savcılığa yeni delilleri teslim etti.
Parmak izi, satın alma fişi, psikolojik rapor… hepsi Sibel’i işaret ediyordu.
Ama savcı karar vermekte zorlandı.
“Bir çocuk... hem de engelli biri. Cezai ehliyeti tartışmalı, Başkomiserim.”

Bilal başını eğdi.
“Biliyorum. Ama adaletin de bir vicdanı olmalı.”

Mahkeme Sibel’i ceza almaktan muaf tuttu, ancak ömür boyu gözetim altında kalmasına hükmetti.
Baba Murat Kaya ise serbest bırakıldı.
Cezaevinden çıktığında Bilal’in elini tuttu:
“Beni değil, onu kurtardınız Başkomiser. Teşekkür ederim.”

Bilal gözlerini kaçırdı.
Kurtarmak mı?
Kurtulan kimdi?
Bazen adalet bile kaybederdi.

Didim’de gün batımıydı.
Bilal, olay yerinin önünde bir kez daha durdu.
Bahçede çocuk sesleri, kahkahalar yankılanıyordu. Yeni kiracılar taşınmıştı, hayat yeniden başlamıştı.

Ama Bilal’in aklında hâlâ o cümle vardı:

“Ben sadece onun da biraz durmasını istedim.”

Kıskançlık...
Kimi zaman bir silah, kimi zaman bir çocuk oyunu kadar masum görünen bir felaketin başlangıcıydı.

Rüzgâr denizden esip palmiye yapraklarını sallarken, Bilal sigarasını söndürdü.
Gözleri ufka daldı.
Güzin’in masum gülümsemesi, Sibel’in kırık sesi ve babanın sessiz fedakârlığı, Didim’in o altın rengi gün batımına karıştı.

Ve Başkomiser Bilal biliyordu:
Bu dosya kapanmış gibi görünse de, insan kalbinin içinde hâlâ açık bir yara olarak kalacaktı.

Denizden Gelen Mektup

Beş yıl sonra…
Didim yine aynı kokuyu taşıyordu: Tuz, rüzgâr ve pişmanlık.

Başkomiser Bilal, emekliliğine birkaç ay kalmıştı.
Her yıl olduğu gibi, bu yaz da Didim’e gelmişti.
Ancak bu kez elinde dosya değil, bir termos kahve vardı.
Sessiz bir sabah yürüyüşü sırasında, deniz kıyısındaki eski villanın önünde durdu.
Artık beyaz boyası solmuş, bahçesindeki yaseminler kurumuştu.
Ama denizin sesi hâlâ aynıydı.
Bir zamanlar kahkahalarla dolan o bahçede şimdi yalnızca martı sesleri yankılanıyordu.

Tam o sırada, dalgaların getirdiği bir şey dikkatini çekti.
Küçük bir cam şişe.
İçinde deniz suyuyla ıslanmış bir mektup vardı.
Bilal diz çöküp şişeyi aldı, kapağını açtı.
Kağıt, yıllar geçmesine rağmen hâlâ okunabiliyordu.
Yazı zarif, ama titrek bir elden çıkmıştı.

“Sevgili Güzin,

Beş yıldır her gece seni rüyamda görüyorum.
Sen hep gülümsüyorsun, ben hep yerimdeyim.
Artık yürüyememek değil, seni affedememek yoruyor beni.

Babam beni hâlâ ‘küçük kızım’ diye çağırıyor.
Oysa ben artık o kız değilim.
O sabah, sadece biraz dikkatini çekmek istedim.
Biraz kıskandım seni.
Ama o kıskançlık büyüdü, beni zehre çevirdi.

Şimdi her gün denize bakıyor, dalgaların sesinde seni arıyorum.
Eğer bir gün bu mektup denizden sana ulaşırsa, bil ki
ben senden özür diledim.
Ve seni hâlâ en yakın arkadaşım olarak hatırlıyorum.

— Sibel.”

Bilal, mektubu elinde tuttu.
Parmaklarının ucundan deniz suyu damladı; kağıdın üzerindeki mürekkep yavaşça dağılıyordu.
Bir martı çığlığı duyuldu — sanki gökyüzü bile bu hikâyenin ağırlığını taşıyamıyordu.

Bilal, derin bir nefes aldı.
Mektubu cebine koydu, sonra villanın bahçesine doğru yürüdü.
Kurumuş yaseminlerin arasına mektubu bıraktı, toprağı elleriyle kapattı.
“Artık yerin belli olsun küçük kız,” dedi kısık sesle.
“Belki şimdi huzur bulursunuz.”

Güneş denize doğru inerken, ufuk çizgisi ateş gibi kızardı.
Bilal başını kaldırıp o renkli gökyüzüne baktı.
Bazen adalet, bir mahkeme salonunda değil;
denizden gelen bir mektupta bulunuyordu.

Ve Didim o akşam, uzun süre sessiz kaldı.
Dalgalar, iki küçük kızın yarım kalmış masumiyetini usulca kıyıya taşıdı.

“Bir dostluğun sonu cinayetle yazılmıştı… ama affediş, denizin dalgalarıyla geri dönmüştü.”

Dosyalar

Tepkiniz Nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow